12 Kasım 2013 Salı

Tvnet İlmihal Programı - Modernizm 21.09.2011

http://www.youtube.com/v/VUaYe8IqZuI?version=3&autohide=1&autohide=1&showinfo=1&feature=share&autoplay=1&attribution_tag=l8NSm9-TQKKsPeJJfvrppQ

6 Kasım 2013 Çarşamba

Halifeler Nasıl Seçildi Hz Ali Neden ilk halife olmadı

http://www.youtube.com/v/7CqQtKKAiYs?autohide=1&version=3&attribution_tag=y6AqQHEB3UUa50bnJ4bOSw&autohide=1&feature=share&showinfo=1&autoplay=1

5 Kasım 2013 Salı

Hz Ebubekir (R.A) 1. Bölüm Muhammed Emin Yildirim

http://www.youtube.com/v/khEgK1tWjzs?autohide=1&version=3&autoplay=1&attribution_tag=t35mhgMuergNyetYEpu1GA&showinfo=1&feature=share&autohide=1

30 Ekim 2013 Çarşamba

حقيقة الشيعة (3) | من هم الشيعة 3 | الدكتور مازن السرساوى

http://www.youtube.com/v/KeW9nEKeTDU?version=3&autohide=1&showinfo=1&autoplay=1&feature=share&attribution_tag=XX3pBvYDGhtbjlpcuvf48w&autohide=1

29 Ekim 2013 Salı

Rahman Suresi - Ebubekir Şatıri (Sultanahmet Camii)

http://www.youtube.com/v/FpMRvEMScJU?autohide=1&version=3&feature=share&autohide=1&attribution_tag=UnWZHhqJQfw0FycXuR8i7g&showinfo=1&autoplay=1

قصة الشيعة من النشأة وحتى الان

http://www.youtube.com/v/qdl8wQvv7IQ?version=3&autohide=1&feature=share&autoplay=1&attribution_tag=bIaP0nqfh8lU65Q30oIUiw&showinfo=1&autohide=1

حقيقة الشيعة (1) | من هم الشيعة 1 | الدكتور مازن السرساوى

http://www.youtube.com/v/F_r-Frx_tak?version=3&autohide=1&autohide=1&feature=share&autoplay=1&attribution_tag=YvXgvmtuLu_F3TWPndBBJw&showinfo=1

25 Ekim 2013 Cuma

قصيدة دمشق و الخلافة ...

شــبــيحــه يعذبون مــشايخ سوريا + 18 فقط

قاسي. علويين يعذبون المعتقلين اهل السنة حتى الموت +18

شبيحة بشار يعذبون طفلا ويجبرونه على الكفر بالله

طفل سورى يشكو همه الى الله

Breathtaking Dua - Mishary Rashid Al-Afasy (+oynatma listesi)

صبرا يا نفسي...انشاد: أبو تميم التونسي

صبرًا يا نفسي معنا الله مؤثر الشيخ خالد الراشد

تذكر حينما تطوى وحيدا - الشيخ أحمد العجمي (نجوم سيرتا)

Tıklanma rekorları kıran Rambo Mücahit iman gücü İZLE/PAYLAŞ

Myanmar (Burma) 'da Budist - Asker - Polis Eşliğinde Müslüman Katliamı !!!

İrandaki bir Şii Devrimidir. Bu Devrim İsrail - Fransa ve ABD eliyledir...

GADİR HUM BAYRAMI SELAHATTİN ÖZGÜNDÜZ KONUŞMASI 2013

KORKUNÇ! Suriyeli adamın telefonundan alınmış görüntü

3 Ekim 2013 Perşembe

Hayrettin Karaman: Ümmetten ulusa geçtik ne kazandık?

Yenişafak yazarı Hayrettin Karaman bugünkü yazısında Müslümanlığı ele alırken diğer gruplara da tarihin hafızasından yorum getirdi... Ve ümmetin parçalanıp devletlere bölünmesine vurgu yaptı.

03 Ekim 2013 Perşembe - 05:21
İslam hakkında az çok bilgisi olan herkes şunları bilir:

İslam'dan önce onun ilk muhatabı olan Araplar kabilelere bölünmüşlerdi ve aralarında çatışmalar, yağmalar, üstünlük iddialarına dayalı nefretler ve kinler eksik olmuyordu. İslam geldi, ilk muhataplarına hitaben bütün mensuplarını 'kabile, soy sop, renk, servet, bölge' farkına bakmaksızın bir ve beraber olmaya, 'din birliği ve din kardeşliği ekseninde' bir özel topluluk (ümmet) teşkil etmeye çağırdı. Hz. Peygamber (s.a.) dönemi ile Emevilerin kuruluşuna kadar geçen dönemde -Hz. Osman'ın hilafetinde başlayan bazı bozulmalar ipucu verse de- bu çağrı gerçekleşti. Eşsiz insan, büyük rehber, Allah Elçisi Muhammed Mustafa'nın (s.a.) güçlü etkisi ve emsalsiz cazibesi ile insanları bölüp parçalayan ve birbirine düşüren anlamsız iddialar ve davalar ortadan kalktı, eski köleler efendi, eski efendiler 'eski kölelerinin' komutasında subay veya asker, yönetiminde yönetilen oldular. Siyah beyazı, yoksul zengini, sıradan insanlar soylu ailelerden gelenleri, filan kabileden olanlar falan kabileden olanları sevdiler. Kardeşlik dine, değer de ferdin erdemine bağlı hale geldi. Artık Allah'ın istediği ümmet oluşmuştu.

Bu ümmetin içinde dini farklı olanlar da vardı. Bunlar öncelikle İslam'a çağrılmışlardı, ama tek seçenek olarak değil; dileyen Müslüman olur, dilemeyen kendi dininde kalır, ama Müslüman devletin egemenliğini tanır, temel insan hak ve hürriyetlerinden yararlanarak ve ümmetin bir parçası olarak hayatlarına devam ederdi.

Kavim kabile davası, soy sop istismarı Emevilerle başladı, Müslüman bile olsalar Arap olmayanlar 'azad edilmiş köleler (mevâlî)' sayıldılar, halife adını taşıyan zalim sultanlara yarananlar ahlaksız oldukları halde üstün, zulme ve sapmalara karşı çıkanlar erdemli olsalar da aşağı kabul edildiler (devletten böyle muamele gördüler). Etki tepkiyi doğurdu, bu defa başka ırktan, soydan, kavimden olanların etnik damarları kabardı, uyutulmuş yılan uyandırıldı, mevâlî sultan oldu, sözde halife kukla haline geldi.

Peygamberimiz (s.a.) 'ümmetin bir halifesi olacağını, ikinci halife ortaya çıkarsa bunun bertaraf edilmesini' buyurduğu halde mesela Endülüs'te ikinci bir halifelik kuruldu, başka yerlerde de adı halife olmasa bile bağımsız sayılacak ölçüde merkeze uzak yönetimler (sultanlıklar, beylikler, hanlıklar…) kuruldu.

Çağımızda kavimciliğin, kabileciliğin yerini 'milliyetçilik, ırkçılık, ulusçuluk' aldı. Kavim ve kavim manasında millet olabilirdi, ama '…cilik, …çılık' olamazdı; dava ancak İslam davası, kardeşlik İslam kardeşliği, birlik de din merkezli 'ümmet birliği' olmalıydı.

Osmanlı, zaman zaman siyasi ve ictimai İslam Birliği (ümmetin ihya ve inşası) için çalıştı, bu amaca ulaşma ihtimalini kendileri için büyük tehlike görenler elbirliği ile bu devleti parçaladılar. Ortaya adı Müslüman birçok uyduruk devlet çıktı; bu adı Müslüman devletler, gerektiğinde Müslüman olmayanlarla işbirliği yaparak veya onların iğvasına kapılarak birbirini yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ümmetin servet ve imkanları, ümmetin düşmanlarına akıyor. Sonunda kazanan daime ötekiler (İslam düşmanları) oluyor.

Ey kanaat önderleri, ey alimler, ey mürşidler nerelerdesiniz!

Ümmet size emanet değil miydi?

Küçük hesapları bir yana bırakarak bu emaneti korumayı niçin birinci amaç edinmiyor, bölücülere çanak tutuyorsunuz veya susuyorsunuz! (Çanak tutmayanları ve susmayanları tenzih ederim).

Vazifede tehlike, hatta ölüm varsa sizin vazifeniz yalnızca başkalarına şehidlik tavsiye etmek mi, eğer bu makam yüce ise niçin siz de onu göze almıyorsunuz!

ABDÜLAZİZ BAYINDIR KRİPTO MU?



ABDÜLAZİZ BAYINDIR
KRİPTO MU?

Dr. Seyfi Say

İlahiyatçılar camiasının kıdemli yüzkaralarından Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın, bir televizyon programında kendisini arayan bir kişiyle arasında şöyle bir telefon görüşmesi olmuş:

–Siz diyormuşsunuz ki, “Allah bir kimsenin evlenene kadar kimle evleneceğini bilmez”.
– Onu ben demiyorum, onu Allah kendisi söylüyor. Allah bunu nereden kararlaştırmışsa sana emreder mi “Şununla evlen, bununla evlenme”, ne manası kalır?
–Yani kiminle evleneceğimizi bilmez mi?
–Hayır! Böyle olacak olsa emretmesinin manası var mı?!
–Peki bunun dayanağı nedir?
Kur’an-ı Kerim’de çok sayıda ayet var bu konuda. Ayetlere yanlış anlamlar vermişlerdir.... Bu tür ayetlere genellikle Süleyman Ateş doğru mana verir. Ali İmran 140-142’nci ayetler. Bu bir.. İkincisi de Tevbe Suresi 16’ncı ayeti....
–Bu konuda bir ders yapacak mısınız?
–Hayır ama bir kitap yazacağım. Çünkü millet hep kaderciolmuş. Kaderdeki iman esası olmuş. Dolayısıyla insanların hoşuna gidiyor aklını kullanmamak.... Allah, senin cehenneme gideceğini bile bile seni yarattıysa, bundan sonra seni neden sorumlu tutuyor?!
–Peki bu konuda mezhep imamlarının görüşü nedir?
–Yaa mezhep imamlarını boş ver kardeşim. Onların Kur’an’la bir alâkaları yoktur zaten.

Abdülaziz’in sözünü ettiği ayet mealleri ise (Süleyman Ateş’e göre) şöyle:

Eğer size bir yara dokunduysa, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler... onları biz insanlar arasında çevirip dururuz (kâh bir kavme, kâh ötekine gâlibiyet veririz; bazen bir topluma iyi veya kötü günler gösteririz, bazan ötekine). Allâh inananları ortaya çıkarmak, sizden şehidler edinmek için (zamanı kâh lehinize, kâh aleyhinize çevirmektedir). Allâh, zâlimleri sevmez.
Ve inananları iyice özleştirmek, kâfirleri de mahvetmek için (günleri insanlar arasında böyle çevirmektedir).
Yoksa siz, Allâh, içinizden cihâd edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Ali İmran, 3/140-142)
Yoksa siz, Allâh içinizden cihâd eden ve Allah'tan, Elçisinden ve mü'minlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız? Allâh yaptıklarınızı haber almaktadır. (Tevbe, 9/16)

Abdülaziz’in ifadelerine bakıldığında, asıl amacının kaderi inkârolduğu görülüyor.
Allahu Teala’nın geleceği bilmesinin bile kader (takdir etme) anlamına geleceğini düşündüğü için, O’nun c. c. geleceği bilmemesi gerektiği sonucuna varıyor.
Delil olarak da, yukarıdaki ayet meallerinde geçen ifadeleri öne sürüyor.
Ancak, Allahu Teala, şunu da bildirmektedir:

Dileseydik, herkese hidayetini verirdik, (herkesi doğru yola iletirdik). Fakat benden “Mutlaka cehennemi, cinlerden ve insanlardan bir kısmiyle tamamen dolduracağım!” kararı çıkmıştır. (Secde, 32/13)

Evet, Allahu Teala, insanlar ve cinler Cehennem’e girmeden, onların Cehennemlik olacağını bilmektedir. Hatta bunu kararlaştırmış,takdir etmiştir. O insanların ve cinlerin kaderi böyledir.
Böyle olmakla birlikte, Allahu Teala, onlara, iman etmeyi ve salih amel işlemeyi teklif etmiş (onları mükellef tutmuş), karşılığında Cennet vaad etmiştir. Onların Cehennemlik olduklarını, iman etmeyeceklerini bile bile..
Bununla birlikte, Allahu Teala’nın kaderinde bir zulüm de yoktur.
Böylesi bir kader inancının, insan aklının sınırlarını aştığı doğrudur. Allahu Teala, insanlara, aklı bu kadar vermiştir.
Eğer müslümansanız, kadere inanır ve Allahu Teala’nın kaderinde zulüm olmadığını da kabul eder, buna da yürekten inanırsınız.
Kadere inanmamaya gelince, kimse kimseyi zorla müslüman yapamaz. İsteyen inanır, istemeyen inanmaz.
Abdülaziz efendi de, kadere inanmıyor. Hatta, Allahu Teala’nın geleceği bildiğine de inanmıyor.
Secde Suresi’ni okurken aklını nereye gönderiyor, onu da bilmiyorum, merak da etmiyorum. (“Aklı var mı ki bir yere göndersin?!” derseniz, cevap bulamam.)
Burada, Abdülaziz’in sözlerini uzun uzadıya tartışmayı dagereksiz buluyorum.
Ancak, pekçok kişinin, Bayındır’ın patolojik bir vaka olduğunu söyledikleri görülüyor.
Bence, patolojik değil, kriminolojik bir vaka..
Patolojik olsaydı, acırdık, “Allah şifa versin” derdik. Tam aksine, kafasının yanlış yorum üretmek için hiç durmadan fazla mesai yaptığını görüyoruz.
Aslında, delil olarak gösterdiği ayetlerin, iddiasını ispatlamaya yetmeyeceğini o da bilir. Bilecek kadar “aklı” vardır.
Burada asıl sorun şu, Abdülaziz ve onun gibi tipler, neden böyle yapıyorlar? Bunun ardındaki temel saik nedir?
Boş yere Abdülaziz’e cevap vermeye çalışmak yerine, bu konu üzerinde durmak daha yararlı olur.
Konuya bu açıdan bakıldığında, ortada beş ihtimal bulunduğu söylenebilir:
Bir: Abdülaziz patolojik bir vakadır, tımarhaneliktir.
İki: Abdülaziz, “kafayı sıyırmamışsa da”, okuduğunu anlamayan bir eblehtir, zekâ özürlüdür.
Üç: Abdülaziz, Kur’an’ın konuyla ilgili diğer ayetlerini ve iman esaslarını beyan eden Cibrîl hadîsi gibi hadîsleri bilmemektedir. Zır cahildir.
Dört: Abdülaziz, Mehmet Şevket Eygi’nin yüzlerce, binlerce kez tekrarladığı gibi, modernist ve mezhepsiz bir ilahiyatçı olarak, Sabatayistlerin, Pakradunilerin ya da başka türden bir dönme taifesinin Müslümanlar’ın içine soktuğu bir ajandır.
Beş: Abdülaziz, bile bile “mahallenin delisi” rolünü oynamakta, karanlık bir odak tarafından kendisine verilen görevi ifa etmektedir.
Şimdi bunları sırayla ele alalım.
Birinci ihtimali geçerli kabul edip, Abdülaziz’in patolojik bir vaka olduğunu düşünmek abes olur. Bu şahıs, kendisini Mehdî, kurtarıcı, peygamber, melek, tanrı vs. ilan eden biri değil. Bununki tam tersi, Allahu Teala’yı, geleceği bilme bakımından hâşâ firaset ve basiret sahibi insanlardan bile aşağı derekeye indirmeye çalışıyor.
İkinci ihtimal çerçevesinde, Abdülaziz’in bir ebleh ya da ahmakolduğunu düşünmek de yanlış olur. Genelde ahmakların zararı kendilerine olur, bununki ise başkalarına.. Keşke ahmak olsaydı;  prof. dr. unvanını alamaz, konuşup yazmayı beceremez, böylece kimseye fazla bir zararı da dokunmazdı. Tam aksine, hinoğlu hin bakışının gösterdiği gibi, oldukça uyanık ve kurnaz biri.
Üçüncü ihtimal de geçersiz görünmektedir. Bununki bilgisizlik ya da cehaletten kaynaklanan bir kafası karışıklık değil, taammüden işlenen bir cinayet.
Dördüncü ihtimale gelince.. Bu konular aslında Mehmet Şevket Eygi’den sorulur. Ancak, Mehmet Şevket efendinin, nedense isim vererek hiç tartışmadığını, “Mezhepsizler, alçaklar, modernistler vs.” diyerek gölgelerle savaştığını görüyoruz. Hani İbn Teymiyye ve Muhammed bin Abdülvehhab gibi ölmüş insanların ismini vermese, isim vermeme gibi bir hassasiyetinin ya da ilkesinin bulunduğunu düşünüp saygı duyacağız. Ama, kazın ayağı öyle değil. Şimdiye kadar hiç kimse İbn Teymiyye’nin hatalarını dile getirmemiş olsa, gerekli uyarıyı yaptığı için, yine tutumuna saygı duyacağız, ama İbn Teymiyye'nin cumhura muhalefet ettiği konular bilinmektedir ve belki bir milyon kez yazılıp söylenmiştir. Şevket bey ise, sayıyı neredeyse iki milyona tamamlamak için bütün gücünü sarfediyor. Abdülaziz gibilere gelince de, suspus oluyor. Abdülaziz Ermeni mi, Yahudi mi, Rum mu, Pakraduni mi, Sabatayist mi, yoksa Türk oğlu Türk mü?.. Şevket beyin, bu konulardaki engin ve derin bilgilerini konuşturarak acilen bu meseleye açıklık getirmesi bekleniyor.
Abdülaziz Bayındır kripto mu, değil mi?.. Muhterem Şevket bey, bir kez olsun delikanlı ol, açık konuş, şuna cevap ver..
Gelelim beşinci ihtimale.. Öncelikle şunu söyleyelim: Ehl-i Sünnet ulemasına göre, Abdülaziz Bayındır gibilerin yukarıya aldığımız türden ifadeleri küfürdür. Nitekim Âliyyü’l-Kârî, Fıkhı Ekber Şerhi’nde şöyle demektedir: “Evet, kim ki, Allah Teala’nın (bir şey) vuku bulmadan önce (onu) bilmediğine itikad ederse bunu söyleyen her ne kadar bid’at ehlinden olursa da kâfirdir.” (çev. Hüseyin S. Erdoğan, İstanbul: Hisar Y., s. 434-435)
Yani, böyle bir herzeyi, bir hristiyan ya da yahudi değil, Müslümanlar arasındaki bid’at (Ehl-i Sünnet dışı) fırkalardan birinin mensubu da söylese, kâfir kabul edilir. “Ehl-i kıble tekfir edilmez” kaidesi dikkate alınmaz.
Doğal olarak, “Mezhep imamlarını boş ver” diyen Abdülaziz efendi, Âliyyü’l-Kârî’yi dünden boş verecektir. (Nasıl boş vermesin ki, mealini aktardığımız Secde Suresi ayetini ve daha pekçok ayeti bile boş vermektedir.)
Kendisi açısından Abdülaziz, Kur’an’ı mezhep imamlarından bile daha iyi anlayan müthiş bir müctehid.. Ehl-i Sünnet açısından ise, küfre düşmeyi umursamayan bir bid’atçi..
Meseleye Ehl-i Sünnet açısından bakıldığında, kâfir olmaktan hiç çekinip korkmayan Abdülaziz’in, kendisine verilmiş birtakım karanlık görevleri yapıyor olmasının doğal karşılanması gerektiği ileri sürülebilir. (İsteyen meseleye Abdülaziz açısından bakıp, 1400 yıldır aldatılan Müslümanlar’a Abdülaziz’in, çağdaş Türkiye’nin laik ve demokratik cennet düzeninde kurtuluş yolunu gösterdiğini düşünebilir.)
Abdülaziz, kendisine verilen Müslümanlar’ın itikadını çağdaş zihniyet çerçevesinde düzeltme, “çağdaş ve bilimsel düşünmeyi” sağlayacak şekilde kaderciliğin prangalarından kurtarma, “aklın hür ufuklarına taşıma” misyonunu kabul eder mi, etmez mi?..
“Hayır, ben böyle gizli görevleri kabul etmem” mi der, yoksa, “Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz” diye mi düşünür?..
“Hem Müslümanlar’ı mezhep imamlarının Kur’an’a aykırı görüşlerinden kurtar, hem de kader inancıyla uzaktan yakından hiçbir alâkası olmayan modern odaklardan beslen.. Oh, çift katlı ekmek kadayıfı” diye bıyık altından güler mi?..
Hani tilkiye sormuşlar, “Tavuk sever misin?” diye de, “Ağzımın suyu aktığından konuşamıyorum ki” demiş ya..
Doğal olarak bu tür konular, Mahir Kaynak gibi yazarların uzmanlık alanına giriyor, fakat nedense o, İslamî kesime yönelik oyunlar konusunda bizi aydınlatmıyor.
O yüzden biz de, sadece soru sormak ve düşünmekle yetinmek zorunda kalıyoruz.
Tabiî meselenin bir de, karanlık odak boyutu var..
Karanlık odaklar, Müslümanlar’ın itikadının bozulması (ya da kendileri açısından bakıldığında “fikri hür, vicdanı hür” hale gelmeleri,kadercilik bataklığından kurtulmaları için) birtakım adamlara görevler verirler mi, vermezler mi?..
Abdülaziz’le ilgili sorulara cevap veremesem de, bu suale hiç tereddütsüz evet diyebilirim.
Onların, tavşana kaç, tazıya tut deme becerisini gösterebildiklerini biliyoruz. Bir yandan Ehl-i Sünnet inancını tahrip etmek için adamlar istihdam edebilir, tazıya tut diyebilirler, diğer yandan da, Ehl-i Sünnet’i savunanlar arasına elemanlar yerleştirip, o mecrayı da kontrol altına alabilir, tavşana kaç diyebilirler.
Filmin rejisörü açısından, hikâyenin iyi adamları ile kötü adamları arasında bir fark yoktur. Onun açısından iyi adam, rolünü en inandırıcı biçimde oynayan adamdır.
İyi adam, seyirci kendisini onunla özdeşleştiriyorsa, kötü adam da, seyircinin nefretini ve öfkesini toplayabiliyorsa, yönetmen açısından başarılıdır, iyidir.
Böylece, filmin sanal dünyasına insanlar kendilerini kaptırır, hayal dünyasına dalıp giderler.
Günümüzde Müslümanlar arasında tartışılan meselelere de bu açıdan bakmak gerekir.
Maalesef maç, Müslümanlar’ın yarı sahasında oynanıyor. Türkiye Müslümanları'nın önemli bir kısmı ne yazık ki, Şeriat’sız bir İslam’ı,ahlâk edebiyatına indirgenmiş bir din anlayışını, laiklik ve demokrasi idealleri çerçevesinde yeniden şekillendirilen bir fıkıh ve devlet düşüncesini, Batılılar’la birlikte İslamcılık karşıtlığı yapan bir dindarlık tasavvurunu benimsemiş durumdalar.
İşin o tarafını hallettiler..
Şimdi iş, itikad aşamasında.. Saldırılan ilk kale, kader inancı..





SAİD RAMAZAN
EL-BÛTÎ’NİN DRAMI

Dr. Seyfi Say

İmam Suyutî’nin Câmiu’s-Sağîr’inde (Çeviren: Münire Aydın)“Amirler ve Memurlar” bahsinde şöyle bir hadîs yer almaktadır:
“Benden sonra, ümmetim­den bir kavim gelecektir. Bunlar Kur’anokurlar ve dinî ahkâmı iyi anlarlar. Buna rağmen kendilerine sokulan Şeytan şöyle der: ‘Eğer siz sultanın yanına giderseniz hem dünyanızı kazanırsınız hem de di­nî bilgilerinizin sayesinde onları da yola getirirsiniz.’ Ama, hiç de böyle olmayacaktır. Çünkü çalıdan dikenden başka bir şey koparılamayacağı gibi, devlet adamına yakın bulunmak da insana hata ve günahtan başka bir şey kazandırmaz.”
Bu hadîste cahil insanlardan bahsedilmiyor. Cahil insanların ne kendilerine ne de başkalarına doğru dürüst bir faydası olur.
Burada sözü edilen kesim, Kur’an’ı mütalaa eden ve dinî ahkâmıiyi anlayanlar. Yani âlim ve fakih kimseler.
Burada “sultanın yanına gitmeyi”, dar anlamda bürokraside görev almak olarak da anlamamak gerekir. Ömer Nasuhi Bilmen hoca gibi “sultan” (yönetici) ile arasına mesafe koyan devlet görevlileri bulunabileceği gibi, resmen devlet görevlisi olmadığı halde parlamenterler, devletin yasama organı olan Meclis’teki siyasal partiler vs. üzerinden devletle bağlantı kuranlar da bulunabilir. Önemli olan sözde değil, özde sivil olabilmektir.
Bir başka ilişki biçimini ise, “örtülü” ve “derin” bağlantılar oluşturmaktadır. Mesela Yeni Asya grubunun lideri Mehmet Kutlular, 12 Eylül darbesinin ardından MİT’te görevli bir albayın gelip kendisine şöyle bir öneride bulunduğunu açıklamıştı: “Atatürk’e deccal demekten vazgeçin, yurtdışında Millî Görüşçüler ve Süleymancılar’la mücadele edin, Beyazıt’taki dersanenizi kapatın. Buna karşılık sizi destekleyelim, önünüzü açalım, Risale-i Nur’ları yaygınlaştıralım.”
Mehmet Kutlular bunu kabul etmemiş ve yıllar sonra açıklamıştı. Ancak, lider konumundaki başka birkaç Nurcu ismin, o dönemde, tam da kendisinden istenilen biçimde hareket etmeye başladığını da belirtmişti.
Kutlular teklifi reddetmiş ve bu konuda toplumu bilgilendirmişti. Peki ya böylesi teklifleri kabul edenler?.. Toplum bunları nasıl tanıyacak?..
Hiç kuşkusuz böylesi teklifleri kabul edenlerin de vicdanlarını rahatlatmak için yeni tutumlarını rasyonalize etme imkânları var. Mesela Kutlular şu şekilde kendisini aldatabilirdi: “Zaten Millî Görüşçüler’in veSüleymancılar’ın bir sürü hatası, eksiği ve yanlış görüşü var. Ben sadece bunlar üzerinden onlarla mücadele ederim. Fazladan birşey söylemem. Zaten onlar da bizi bazen haksız yere eleştiriyorlar, bu vesileyle onlara da cevap veririz. Atatürk’e deccal demek de dinî bir vecibe değil. ‘Burası karanlık’ demeyi bırak, bir mum yak! Beyazıt’taki dersane de vazgeçilmez nitelik taşımıyor, orası Kâbe değil; Laleli’de bir başkasını açarız, olur biter.”
Evet, böyle diyebilir ve kendisini kandırabilirdi. Hiç kuşkusuz, bu tür teklifleri kabul edenler, kendilerini bu şekilde aldatmaktadırlar.
Ancak, bu tür teklifleri yapanlar, aslında benzer teklifleri karşı tarafa da yaparlar. Çünkü, çalışma yöntemleri bunu gerektirmektedir. İşin esasını, tarihin en basit fakat en etkili emperyal(ist) yönetim taktiği oluşturmaktadır: “Böl ve yönet.”
Böylece, düşman kabul ettikleri odakların enerjisini birbirlerine karşı kullanırlar.
Evet, “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” fehvasınca, aslında fikir tartışmalarına ve özellikle “itikadî boyuta ulaşan sapmalar konusunda” insanların birbirlerini uyarmasına ihtiyaç vardır. İyilikle emretmek, kötülükten men etmek, herkese gücü ve bilgisi nisbetinde farzdır. Fakat bunun, bir yerlerden alınan talimat doğrultusunda yapılan güdümlü ve son tahlilde başka amaca hizmet eden operasyonlar olmaması gerekir.
Said Ramazan el-Bûtî’nin Suriye’deki rejimle olan ilişkisinin böylesi örtülü ya da derin bir pazarlığın sonucu olduğunu söyleyemeyiz. Onunkişeffaf ve açık bir ilişkiydi, bununla birlikte, rejimle ve rejimin adamlarıyla arasına mesafe koymaması, onun manevra alanını uzun vadede yok etti. Kendince çok iyi niyetlerle yaptığı ittifak, onu da zulüm çarkına kademe kademe sürükleyip götürdü. Çalıdan, dikenden başka birşey toplayamadı. Muhtemelen rejimin adamlarını ıslah etmeyi umuyordu, ama, onların “el-Bûtî gibi bir âlim bile bizimle” diye vicdanlarını susturmalarına ve onu başkalarına karşı koz olarak kullanmalarına hizmet etmiş oldu.
Evet, başlangıçtaki sapmalar pek hissedilmez. Mesela siz, Kıble’ye yönelirken sadece iki derecelik bir sapma yaptığınızda bu dışardan bakanlarca ilk anda fark edilmeyebilir. Fakat yönünüzü döndüğünüz yer aslında Mekke değil Cidde’dir. Tam yöneldiğiniz istikamette yürürseniz asla Mekke’ye ulaşamazsınız.
Aynı şekilde, bugünkü rejimlerle açık ya da örtülü ittifaklar kurmuş olanları da, hayat yürüyüşü, çok farklı noktalara sürükleyebilir. Bunlar, kendileriyle birlikte başkalarını da aldattıklarını zannedebilirler, fakat gerçek böyle değildir. Eğer sarımsak yemişseniz, bunu ayrıca deklare etmeniz gerekmez, kokusu sizi ele verir.
Yüzünüze söylemeseler, söyleyemeseler bile, temas kurduğunuzinsanların en azından hassas bir burna sahip olanları bu kokuyu alırlar. Sizin için üzüntü ve ıstırap duyarlar.

2 Ekim 2013 Çarşamba

ABD, İran'a bilerek alan açıyor



30 Eylül 2013 / MESUT ÇEVİKALP
Ortadoğu Uzmanı Doç. Dr. Mahmut Akpınar, BM Genel Kurulu’nda sergilenen ABD-İran yakınlaşmasını samimi bulmuyor. Her iki tarafın da hasımlıktan beslendiğini, dostane ilişkilerin çıkarlarına hizmet etmediğini söylüyor.
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurul Toplantısı’na bu yıl damgasını vuran lider şüphesiz Hasan Ruhani’ydi. İran’ın çiçeği burnunda cumhurbaşkanı, beklenenin üstünde ılımlı söylem ve tavırlarıyla dikkatleri çekti. Zirvede ABD Başkanı Obama’nın Ruhani gibi ‘diyaloğa’ vurgu yapması 68. Genel Kurul’u ABD-İran zirvesine dönüştürdü âdeta. Küresel medyaya ‘Washington-Tahran hattında yeni dönem’ haberleri yansıdı. New York’tan gelen sinyaller Muhmud Ahmedinejad’ın ardından tarafların yeni bir sayfa açtığı şeklinde yansısa da sahadaki denklemin farklı olduğu görülüyor. Ortadoğu Uzmanı Doç. Dr. Mahmut Akpınar, ABD-İran ilişkilerini ‘gölge oyununa’ benzetiyor. Akpınar, taraflar arasındaki ‘danışıklı dövüşün’ İran’ın yanında ABD’nin de çıkarlarına hizmet ettiğini iddia ediyor: “ABD, Irak’ın ardından Suriye’de de ‘hasmı’ İran’a yeni nüfuz alanı açıyor ve bunu kasıtlı yapıyor!”
-Arap Baharı, istenen demokratik dönüşüme neden kapı aralayamadı?
Özünde tümüyle halk hareketi olduğunu düşünmüyorum. Zira bu coğrafyada halk hareketlerini tetikleyecek sivil toplum örgütleri, demokrasi kültürü, hak arama kültürü yok. Yıllardır bu ülkeleri diktatörler yönetti. Bu Batı’nın politikasıydı. Batı dünyası II. Dünya Savaşı sonrası sömürgelerini terk etmek zorunda kalınca Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için mevcut vesayet sistemini kurdu. Diktatörler üzerinden, kendi adamları üzerinden işini yürüttü. Son yarım asırda bölge halkında biriken karşıtlık patlama noktasına gelince suni bir devrim süreciyle vitrini değiştirip yeni isimlerle yola devam etmek istediler. Yarı demokrasiye kapı araladılar. Ancak Mısır’daki 1 yıllık Mursi deneyimi Batı’ya bölgeyi demokrasiyle yönetemeyeceğini gösterdi. Şimdi tersine darbelerle bölgeyi eski sisteme geri taşıyorlar.
-Burada halkta biriken gaz da boşalmış oldu!
Aynen öyle. Yüzler yenilendi. Kaddafi, Mübarek değişti ama vesayet sistemi, Batı çıkarları ve kontrol sistemi değişmedi. Mısır’daki Sisi’ye darbeci, yaşananlara ‘darbe’ denmemesini düşünün! Son noktada yaşanan değişim halkın yararına olmadı. Bu değişim Batı menfaatleri ve çarkı doğrultusunda, halkı kontrol edip ezecek şekilde oldu.
-ABD’nin yeni dönemde Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya yönelme söylemi doğru değil o zaman...
Washington yönetiminin Arap Baharı çerçevesinde attığı adımlar bölgeden çekilmek niyetinde olmadığını gösteriyor. Tam tersine eski vesayet sisteminde bulunan ülkeleri Suudi Arabistan (52. Eyaleti) modelinde olduğu gibi daha sıkı ve sorunsuz yönetme imkânı verecek seviyeye taşıyor. ABD Ortadoğu’da Suudi tarzı yönetimlere dönüyor.
-ABD’nin Ortadoğu’da izlediği siyaset, ‘hasmı’ İran’a alan açıyor. ‘Yanlışlık’ kılıfına da sığmıyor artık!
Amerika’nın böylesine önemli konularda (Irak ve Suriye) arka arkaya yanlış yapıp İran’a kazara alan açması düşünülemez. Dış politika belirleme sistemi böyle bir kazaya imkân vermiyor. Zira Washington kararlarını düşünce kuruluşundan, akil insanlardan beslenerek alıyor. Uzun dönemli planlar yapıyor. Dolayısıyla Irak’ı Şii Maliki’ye bırakırken buranın ‘ikinci İran’ olacağını görüyor. Diyelim ki Irak’ta öngöremedi; Suriye’de, Afganistan’da, Lübnan’da neden alan açtı İran’a?
-Siz nasıl izah ediyorsunuz?
Batı medeniyeti 3-4 asırdır dünyaya hâkim. Ancak 2000’lerden sonra ciddi güç, enerji kaybı yaşamaya başladı. Karşısına alternatif medeniyetler çıkıyor. Bugün belki siyasi-ekonomik açıdan güç unsuru değiller ama gelecekte rakip olacaklar. Yeniden güçlenmeye başlayan İslam medeniyeti özellikle değer zenginliği açısından Batı’yı tedirgin ediyor. Batı ‘tehdit’ algıladığı İslam medeniyetini erken davranıp bertaraf etmeye çalışıyor. İşte İran bu noktada devreye alınıyor.
-Nasıl?
Batı, Ortadoğu ve İslam coğrafyasında etnik ve mezhepsel çatışmalar çıkararak büyümekte olan İslam medeniyetinin enerjisini tüketme yöntemini izliyor. Yöntemin tutması için ağırlıktaki Sünni nüfusun karşısına yeni bir eksen çıkarıyor. İran-Şii eksenini... Çatışma zemini oluşturuyor. İran’a yüklediği bu misyondan ötürü Ortadoğu’da, İslam coğrafyasında alan açıyor. İran’ı sevdiğinden değil, İslam dünyasına bela etmek istediği için güçlenmesine göz yumuyor.
-Hangi adımlarına göz yumuyor?
En başta Şii yayılımına ses çıkarmıyor, hatta destekliyor. Afganistan’da Taliban’ı devirdikten sonra Şii Hazaraları kendi eliyle etkili noktalara getirdi. Keza Pakistan’daki Şii nüfusa hiç dokunmadı. Irak’ı ‘ikinci İran’a çevirdi. Lübnan’ın Şii Hizbullah’ın eline geçmesine kayıtsız kaldı. Şimdi de Suriye’nin İranlaşmasına ses çıkarmıyor. “1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan sonra İran’ın sınırı değişmedi.” deniliyor. Türkiye-İran, Türkiye-Irak sınırları kâğıt üzerinde olmasa da fiilen değişti. İran, Lübnan sınırını bile değiştirdi.
-ABD-İran gerilimi illüzyon mu o zaman?
Suni bir çatışma, gerilim söz konusu. Bu ‘danışıklı dövüş’ iki tarafın da çıkarına. Ortak hedeflerine (İslam medeniyetini zayıflatmaya) hizmet ediyor.
-ABD’nin hedefe koyması İran’ı nasıl güçlendiriyor?
Çok basit; İran’ı İslam dünyası içinde popülerleştiriyor. ‘Düşmanımın düşmanı dostum’ mantığı işliyor. Batı ve İsrail’in hedefe aldığı İran’a Müslüman ülkeler sahip çıkıyor. İran da ABD ve İsrail’e meydan okuyarak hayalî bir ‘kahraman’ rolü oynuyor, Batı’ya ‘One Minute’ diyerek İslam coğrafyasındaki zeminini güçlendiriyor. İran sözde, Müslümanların hakkını savunuyor. İcraatlarına baktığınızda tam tersi hareket ettiği görülüyor. Batı ile mücadelesi ağız dalaşından öte değil!
-Tarih boyu Batı hedeflerine saldırmadı mesela!
Tarihine bakın; akınları, savaşları hep Müslüman ülkelere olmuş. Bugün devam eden örtülü operasyonların hemen hepsi İslam coğrafyasında. Mesela Keşmir meselesinde Hindistan’a, Karabağ sorununda Ermenistan’a, Suriye krizinde de eli kanlı Nusayri rejimine arka çıkıyor. Bugün bazıları İran’ın Esed’i Batı karşısında savunduğunu söylüyor. Doğru değil. İran rejimi devrimden hemen sonra (1982) el uzattı baba Hafız Esed’e. O dönemde ‘Müslüman’ addedilmeyen Nusayrilere ‘Müslüman’ kılıfını giydirdi. Ateist baba Esed, Suriye İhvanı’nı kırdığında da destekçisiydi. Bunu nasıl izah edeceksiniz? ‘İslamcı’ İran nasıl oluyor da hep Müslüman kıyımına göz yumuyor, destek oluyor? Zihinlerdeki ‘İran imajı’ artık sorgulanmalı…
-Müslümanlar bu oyunu neden fark etmiyor?
İnananlar İran İslam Cumhuriyeti tabelasına kanıyor. Ayrıca İran Devrimi, İslam coğrafyasındaki siyasal İslami akımları çok etkilemiş geçmişte. Bundan dolayı Tahran’a dönük ciddi hüsnü niyet var, dost-kardeş görme hâli var. Türkiye’de de var bu damar. İran bu unsuru yıllar önce fark edip üzerine ciddi yatırım yapmış.
-Yatırım derken?
Türkiye, Irak, Pakistan, Afganistan, Mısır… Nerede olursa olsun kendine yakınlık hisseden grupları, akımları tespit edip onların üzerine oynamış. İran’a götürmüş, para akıtmış, zihinlerini devşirmiş. Maalesef bazı Türk İslamcı aydınlar İran tercümelerini okuyarak yetiştiği için alttan alta sempati duyar Tahran’a. Türkiye’de hâlâ hatırı sayılır oranda ilgilendikleri bir kitle var. Hiç boş bırakmıyorlar. ‘Devlet gibi devlettir’ İran.
-‘Devlet gibi devlet’ten ne kastediyorsunuz?
Devletin organik yapısını, örgüt yapısını kastediyorum. Yıllardır halkla devlet problem yaşar ama ülkenin rotası, vizyonu hiç etkilenmez. Devlet ve devletin aygıtları devlet başkanına, genelkurmay başkanına göre değişmez. Eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ile yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani dışarıdan bakıldığında söylem, eylem ve fıtraten farklı duruyor. Ancak bu değişim özünde rejime yansımıyor. Halka, meclise rağmen alınıyor kararlar. Molla rejimi, Velâyet-i Fakih, Devrim Muhafızları üçgeninde yol alınıyor.
-Kitabınızın başlığındaki İran ateşi nereyi yakıyor?
İslam coğrafyasını hâliyle… ‘İran Ateşi’ tabirinde telmih de var. ‘Ateş’ İranlıların eski dinini, Zerdüştlüğü temsil ediyor. Bugünkü emelleri rejimin gizliden Pers ve Fars geçmişi üzerine yatırım yaptığını yansıtıyor. Geçmişteki sınırlarına, etkinliklerine dönme arzusu var. Hz. Ömer ve İslam düşmanlığının ardında biraz bu var. Yıkılan eski medeniyetlerinin kuyruk acısı var. Şii kisvesiyle gizlenip İslami söylemlerle Neo-Pers idealine yürümeye çalışıyor. İslami, Şia maskesiyle eski Pers İmparatorluğu’nu canlandırma düşüncesi var.
-İranlı yetkililer demeçlerinde Pers İmparatorluğu’na vurgu yapıyor mu? Mesela Ankara bir ara Neo-Osmanlıcılığı açıktan dillendirdi…
İranlılarla Türklerin farkı bu işte! Onlar çok diplomatikler, sessiz çalışırlar. Ankara yıllardır hep “Adriyatik’i Çin Seddi’ne”, “Saraybosna’yı Halep’e” bağlayacağız der. Başına gelmedik kalmaz. Buna karşılık Persler/İranlılar emellerini açık etmez. Kimseye hissettirmeden maraton koşarlar. Diplomasiyi iyi kullanırlar. İran sineması neden markadır bilir misiniz? Rol yapmak, oyunculuk İranlıların kanında vardır! Takiye geleneği vardır. Diplomasi de biraz roldür. Karşı tarafa renk vermeme, düşüncelerini belli etmeme sanatıdır. Takiye kültürü İran diplomasisini kuvvetlendiriyor.
-‘Mısır darbesi İran’a yaradı’ diyorsunuz. Açar mısınız?
İran, 1979 devriminden bu yana İslam coğrafyasının dört köşesine yatırım yapıyor. Nutuk atarak değil, sahaya inerek çalıştılar. Mısır bu ülkelerden biriydi. Fakir olan Mısır’a devamlı para aktardı, kendi çevresini oluşturdu. Onlarca yıldır süren bu çabanın sonunda ülkedeki Şii nüfusu yüzde 20’ye çıkardı. Temmuz devrimi sonrasında söz konusu Şii kanalları daha kolay çalışmaya başladı. Mesela geçiş sürecinde cumhurbaşkanı yardımcılığına getirilen muhalif Muhammed Baradey’in eşi İranlı Ayetullahlardan birinin yeğeni. Ayrıca Baradey de bir mülakatında ‘Şiiliğe taraftar olduğunu’ belirtmişti. Baradey’in özelinde ABD ile İran’ın Mısır darbesinde de aynı tarafa oynadığı görülüyor. İran’ın, bir önceki nükleer krizini o dönem Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanlığı’nı yürüten Muhammed Baradey sayesinde bertaraf ettiğini unutmayın.
-İran’ın Türkiye dönük bazı operasyonel girişimleri de ortaya çıktı. Türkiye’ye ne kadar dost?
PKK’ya somut desteği, ülkemizde operasyon yapan ajanları yeni değildi aslında. Şimdi ortaya çıkmış oldu. Üstüne son bir yılda belki 10 defa üst düzey makamları Türkiye’yi açıktan tehdit etti. Türkiye’nin her bölgesinde dernek, STK adı altında ‘Şiileştirme’ faaliyetleri var. Eğitim anlaşmasıyla okullarımıza kadar el uzattı. Caferilerimize, Alevilerimize el uzatıyor, yanına çekmeye çalışıyor. Bu insanları İran’a götürüyor, eğitiyor. Buna karşın Türk unsurlarının ülkesine girişine zorluk çıkarıyor. Ancak Türkiye gereken tepkiyi göstermedi. Yeri geldiğinde ABD’yi, BM’yi kınayan, eleştiren Türkiye aleni İran tehdidi karşısında sessiz kalıyor. Bana İkinci Beyazıt dönemini hatırlatıyor.
-Neden tepki veremiyor?
Arada, yukarıda değindiğim güruh var. Siyasal İslamcıların bir kısmı İran’a sempatiyle bakıyor. Yaşananlara inanmadıkları için ses çıkarmıyorlar. Bazıları da basına yansıyan görüntü-ses kayıtları dolayısıyla ses çıkaramıyor. İran’ın Türkiye’de hangi kanallara, ne ölçüde sirayet ettiği ortaya çıkarılmalı. Etkili oldukları hissediliyor.
-Enerji bağımlılığından dolayı İran’ı hedef almama durumu olabilir mi?
Enerji ilişkileri de tuhaf. Türkiye’ye gazı hem pahalı hem de düzensiz veriyorlar. Kışın ortasında kesip mağdur ediyorlar. Ruslar bile daha istikrarlı ve ucuza veriyor. Hangi ‘dostluğa-kardeşliğe’ sığar bu?
-Türkiye dönük hedeflerini saymanızı istesek…
Ortak tarihe göz atsanız kolayca görürsünüz. İran dünden bugüne Türkiye’yi bölgesel rakibi addetti. İkincisi İran’ın bölgede Şii hinterlandı (üstü örtülü Pers hinterlandı) oluşturma hedefi var. Ancak karşısındaki en güçlü engel Türkiye. Türkiye’yi bertaraf etmeden ulaşamaz hedefe. Afganistan’daki hedeflerine de ulaşamaz. Onun için Türkiye’de Şii çevresi oluşturmaya çabalıyor. Onu zayıflatmaya çalışıyor.
-Türkiye’ye dönük en sinsi tehdit hangisi?
Türkiye’yi tehdit eden en güçlü unsur İsrail’den öte İran’dır. Bu net. Türkiye İsrail’le oturup uzlaşabilir. Ama İran ile uzlaşması mümkün değil. Nükleer silaha ulaşması durumunda bu hiç mümkün olmaz. Türkiye güçlenerek sinsi tehdidi bertaraf edebilir.
-Batı ambargosu zayıflatmaya yetmiyor mu?
ABD ve Avrupa öncülüğünde nükleer kriz dolayısıyla konulan ambargoları yine Batılı devletler kırıyor. İran, istediği hammadde ve materyalleri hâlâ Batı’dan alıyor. Para transferlerini keza yabancı bankalar üzerinden aşıyor. Ne nükleer silaha ulaşmasına imkân veriyorlar ne de zayıflamasına. Çünkü İran’ın varlığı, Batı’nın menfaatine. Kurudukça sulanır, yeşerdikçe budanır!
-Gölge oyunu gibi!
ABD ve İsrail karşıtlığı olmasa Mollalar rejimi ayakta tutamaz. Düşman üreterek toplumu bir arada tutuyorlar. Batı açısından da İran husumeti hedeflere ulaşma yolunda bir araç. Bu yolla Batı dünyası İslam âlemini yanlış modele yönlendiriyor. Türkiye’ye yönlendirmiyor, İran’ı kahramanlaştırıp ona şevk ediyor. İslam dünyasının dirilişini engelliyor. Kutuplaştırıyor.

ESED REJİMİ ABD-İSRAİL ÇIKARI İÇİN AYAKTA 

İran, Esed rejimi yıkılırsa yerine gelecek İhvan-ılımlı Müslüman hareketinin yararına olmayacağını düşünüyor. Mısır’da İhvan’ı kökünden kazıdığı gibi İslam coğrafyasındaki ılımlı hareketleri silmek istiyor. Esed kimi zaman İsrail’i tehdit etse de özünde Tel Aviv’i hedef almıyor. Batı’nın Ortadoğu’ya reva gördüğü yeni dizaynı analiz ettiğinizde, 1973’te İsrail’le savaşan devletlerin tek tek etkisizleştirildiği görülüyor. Mısır, Suriye, Irak, Ürdün, Libya gibi İsrail’in eski hasımları çökertildi. Mısır’da seçimle iktidara gelen Mursi’nin darbeyle indirilmesinin nedenlerinden biri İsrail’i tehdit etmeye başlamasıydı.

SURİYE’DE SİNSİ TUZAĞA ÇEKİLMEYELİM!

Türkiye-Suriye ilişkilerini bozan Batı’dır. Türkiye Batı’nın zorlamasıyla krize taraf oldu. ABD’nin kurdurduğu Özgür Suriye Ordusu’na destek veriyor. Batı medyası son dönemde Türkiye’nin Suriye’de savaşan radikal unsurlara silah verdiğini yazıyor. Eğer ileride bu kanıtlanır, belgelenirse Türkiye’nin imajı büyük zarar görür. Adı teröre destek veren ülke listesine konulur. Dolayısıyla hükümet muhalifleri desteklerken kılı kırk yarmalı. Birileri Türkiye’yi bu tuzağa çekmek için çalışıyor olabilir. Art niyetli unsurlar, şebekeler Türkiye üzerinden kasıtlı silah sevkiyatı yapıp, Türkiye’yi zora sokmaya çalışıyor olabilir. Ankara’nın El Nusra’ya, El Kaide’ye silah, kimyasal silah verdiği kayıtlara geçse Türkiye’yi dünya sahnesinde itibarsızlaştırırlar. Buna en çok İran sevinir!

ORTADOĞU KÜRTLERİNİ BATI YÖNLENDİRİYOR

Ortadoğu Kürtlerini bölgesel denkleme sorun çıkaracak şekilde Amerikalılar soktu. Irak’ta Saddam’ı devirdikten sonra orada yaşayan Kürtlere hak ettiklerinden fazla temsiliyet verip, anayasa üzerinden bölünmelerine kapı araladı. Şimdi aynı oyunu Suriye Kürtleri için oynuyor. Kuzeyde bağımsız, özerk yapılaşmasına ses çıkarmıyor. Birkaç yıldır İran da Türkiye’deki Kürtleri kendi lehine kullanıyor. Zira 2 yıldır PJAK’la sorununu çözdü. Şimdi PKK-PYD’yi Türkiye ve ÖSO’ya karşı kullanıyor. Bölgesel Kürdistan projesi Batı’nın ürünü. Türkiye’yi de kapsayan bu süreci hâlâ Batı yönetiyor. Maalesef Kuzey Irak ve Suriye’de fiilî-özerk alanlar kurdular. Geriye Türkiye ile İran kaldı. Hükümet, açılımı çok hassas yürütmeli. Zira yanlış yapma lüksü yok.