“SIKINTIYA DÜŞTÜĞÜNÜZDE KABİR EHLİNDEN YARDIM İSTEYİNİZ” MEVZU HADİSİ HAKKINDA BİR TAHLİL
Ercan Çaylar
GİRİŞ:
Dinin gayesi insanları dünya ve ahiret mutluluğuna
kavuşturmaktır. Bu gayeyi ise ancak batıl ve hurafeden uzak hak bir din gerçekleştirebilir.
Yaratıcımız yüce Allah’ın gönderdiği hususunda şüphe olmayan, insanın maddi ve
manevi her ihtiyacını karşılamaktan geri kalmayan bir din ancak hak din olma
payesini kazabilir. İslam dinine birde bu açıdan baktığımızda onun hak bir din
olduğunu anlamakta zorluk çekmeyiz. Çünkü İslam dini Allah’ın katından
indirildiğine dair kesin delillerini yanında insanın maddi ve manevi her türlü
ihtiyacını karşılayan bir dindir. İslam dininde ne antik ne de modern hurafe
cinsinden hiçbir inanç ve davranışla karşılaşmayız. İslam’da vahyin akılla
çelişmeyeceği genel bir esas olarak kabul edilmektedir. İslam’da gerek bilgi
edinmenin kaynakları olsun gerek ameli konuların subutu olsun sağlam temellere
oturtulmuştur. Dinin Allah’ın elçisi yaşarken tamamlandığı gerçeği Müslüman
vicdanlardaki yerini almıştır. İslam’ı dinler merkezi sayılabilecek bir
coğrafyada dünyaya geldiği halde başarılı ve kalıcı kılan işte bu yapısıdır.
Müslümanlar bu yapıyı korumadıkları her zamanda çöküşlere ve hezimetlere maruz
kalmışlardır. İslam dinindeki bu mühim ilkeleri korumak O’nu hurafe ve batıl
inanış ve davranışlara karşı savunmak yoluyla olabilir.
Şeytan ve onun insan ve cin yardımcıları boş durmamaktadır.
Hak dinin düşmanları içerden ve dışarıdan askeri ya da kültürel saldırılarına
son vermiş değillerdir. Hak dini bozmak, onu bir hurafe yuvası haline getirmek,
hanifi, tevhidi karakterini yozlaştırmak için ellerinden geleni arkalarına
koymamaktadırlar. Bu gibi faaliyetleri hadis ilmi sahasında da görmek şaşırtıcı
değildir. Çünkü geçersiz inanışlarına Allah’ın elçisi’nin (s.a.v.) hadislerini
istismar ederek meşruiyet kazandırmak istemek bu gibi mihrakların ilk işi
olmuştur. Zaten hadis alanındaki eski ve yeni tetkik ve araştırmalar bunu
açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır. Âlimlerimiz bu tür uydurulmuş hadislere
“mevzu hadis” ismini vermişlerdir. Onlar, mevzu hadisleri uyduranların hangi
saiklerle hareket ettiklerini, mevzu hadisleri tanıma yollarını tespit etmişler
ve bizlere bu konuda da ufuk açıcı yol gösterici rehberliklerini sunmuşlardır.
Genel olarak mevzu hadislerin uydurulma sebepleri genel olarak şu başlıklar
altında toplanmıştır:
1. Dine zarar verme
düşüncesi
2. Dine yarar
sağlama düşüncesi (Kıssacılık ve vaaz)
3. Siyasi fırkalara
destek ve meşruiyet sağlama
4. Dini fırkalara
destek ve meşruiyet sağlama
5. Irk, dil, bölge
taraftarlığı
Mevzu
hadisleri tanıyıp tespit etmek için hadis usulu ve hadis ilmi gibi ilimler
ortaya konmuş ve bu uğurda müthiş çalışma ve gayretler gösterilmiştir. Hatta
hadis ilminde gösterilen gayretlerin bir benzerini dünya üzerinde bir başka
ilim disiplininde görmek ve göstermek mümkün değildir. Hadislerin doğruluğunu
tanımak için senet denilen “kişiler(ravi) zinciri” peygamberle hadis arasında
güçlü bir bağ oluşturmakta ve sözü alelade bir söz olmaktan kurtarmaktadır.
Ayrıca senetlerdeki binlerce ravi için Tabakat kitapları kaleme alınarak her
birisinin biyografileri oluşturulmuştur. Hadis ilmindeki gayretler bununla da
sınırlı kalmamış, hadisleri doğru anlamak yolunda binlerce şerh kitapları kaleme
alınmış, İslam inanç ve akidesini korumak için sürdürülen çalışmalar hiç
durmadan devam etmiştir.
Bu tür uydurma faaliyetleri deşifre edilmeyecek olursa
sonunda dinin safiyeti bozulur, “hak din” tanınmaz hale sokulur. Temel mizacı,
esas gayesi kökünden kazınır. Tevhid dini, şirkin gölgesi altında unutulacak
hale gelir. Atalar dini hak din İslam’ın yerini alır; hurafelerin şartları
İslam’ın şartlarını geçer. Ve bir gün gelir de üfürükçülerin amentüleri
Allah’ın elçisinin amentüsünü saf dışı bırakırsa işte o gün “Kullarının hepsini
azdırıp yoldan çıkaracağım” diyen İblis’in bayram günü, gerçek Müslümanlarınsa
matem günü olur.
Bu böyleyken birilerinin yüzyıllarca büyük bir gayret ve
fadakarlık örnekleriyle ortaya konan hadis ilmini hiç kaale bile almaksızın
kaynaksız hadis rivayet etmeye kalkmaları din anlayışlarındaki laubaliliği ve
hurafeye olan meyillerini göstermesi bakımından gayet ibret vericidir. Hele bu
kişiler toplum içinde takvalı/sofu pozlarına bürünerek yaşıyor ve din adına
konuşup halkı bilgilendiriyorsa(!) bu da elbette aklı başında Müslümanları
düşündürmesi gereken bir musibetten başka bir şey değildir. İşte bir din ancak
böyle yozlaştırılır. Ana kural ve kaideleri böyle tahrip edilir. Bu durum düşmanların
yapamayacakları kötülük ve yıkımın, ahmak dostlar eliyle meydana getirileceğine
dair genel ve şöhretli bir kuralı hatırlatmaktadır.
Bunun için dikkatli olmalıyız. İslam’ın / hak dinin yeryüzünden
silinmesi demek insanlığın son adasının da ufuklardan kaybolması demektir ki
bunun anlamının insanlık için tam bir felaket olduğu gayet açıktır.
Bizim bu dönem “Mevzu
Hadis” dersimizin ödevi olarak incelemek istediğimiz hadis tasavvuf
çevrelerinin kitaplarında ve sohbetlerinde pervasızca canlı tuttukları bir
konuyu içeren “sıkıntıya düştüğünüzde kabir ehlinden yardım isteyiniz” mevzu
hadisidir. Bu hadisi “yeni mevzu hadisler” çerçevesinde görebiliriz. Çünkü bu
hadis klasik mevzu hadis kitaplarından hiçbirinde bulunmamaktadır. Hadis
kaynakları içinde yalnızca son dönemlerde yazılmış bulunan ve halkın dilinde
dolaşan hadisleri toplama gayesiyle yazılan “Keşful Hafa ve Müzilül İlbas”
isimli eserde[1]
kendisine işaret edilmekte[2]
ve kaynak olarak “İbni Kemal[3]”in
“El-erbaun” isimli eseri[4]
verilmektedir. Araştırmalarımıza göre bu kitap İbni Kemal’in kaleme aldığı üç
ayrı 40 hadis kitabından biridir. İlgili hadis ise kitapta 3. Hadis olarak
zikredilmektedir. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunduğu gibi Mekke’deki İslam
Kütüphanesi’nde de bulunmaktadır. Şaşırtıcı olabilir ancak İbni Kemal’in ilgili
kitapta bu sözü savunduğu ve açıklamaya çalıştığı gibi bilgilerle de
karşılaşmaktayız. Mezkur kitabın yahut hadis ve yorumların İbni Kemal’e ait
olup olmadığıyla ilgili tereddüt ve endişemizi korumakla beraber kitabı yerinde
görmek şu an için imkân dışı olduğundan biz eldeki verileri doğru kabul ederek
hareket edeceğiz ve ilgili hadisin hadis bilimi bakımından konumunu göstermeye
çalışacağız. Çünkü mevzu hadis faaliyetleri ve onları tespit ve ifşa etme
rehberliği sadece belli bir döneme mahsus olmamalıdır. Hadis uydurma faaliyeti
devam ettiği sürece hadisçilerin yeni uydurulan sözleri yakalamaları ve
hükümlerini bildirmeleri gayet doğal karşılanmalıdır. İslam ümmetinin içinde
her ne maksatla olursa olsun Allah’ın elçisine yapılan iftiralar mutlaka
deşifre edilmeli ve bu hususta hiçbir uydurmacıya ya da uydurma nakiller yapana
hoşgörüyle bakılmamalıdır. Kimse ayrıcalıklı değildir ve İslam’da da ruhban
sınıfı yoktur. Nebi Aleyhissalayu vesselam ise :
عَنْ الْمُغِيرَةِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ
قَالَ سَمِعْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ إِنَّ كَذِبًا عَلَيَّ
لَيْسَ كَكَذِبٍ عَلَى أَحَدٍ مَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ
مِنْ النَّارِ
“Benim adıma yalan konuşmak herhangi birinin adına yalan
konuşmaya benzemez. Her kim benim adıma yalan konuşursa cehennemdeki yerine
hazırlansın” buyurmakta[5]
ve böylece bu konuda şiddetli bir yasak getirmiş bulunmaktadır.
İlgili sözün geçtiği kaynakları araştırma sırasında İbni Kemal’den
bir asır önce yaşamış İbni Teymiye’nin (ö. 1328) fetvalarında da karşılaştık.[6]
Bu da bize İbni Kemal’in ilgili sözü kitabına almadan çok önceleri bu sözün
halkın arasında bir şekilde yaşatıldığı kanaatine götürüyor.
Gelelim konumuz olan mevzu hadisin açıklamasına:
“İşlerinizde hayrete şaşkınlığa düştüğünüzde (sıkıntı ile
karşılaştığınızda) kabirdeki (ölülerden) yardım isteyiniz!”[7]
KABİRDEKİLERİN ÖLÜ OLUP OLMADIKLARI
MESELESİ:
Kabirde yatan ölüleri ölü saymayanlara göre bunun delili
“Allah yolunda öldürülenleri ölüler saymayınız! Onlar diridirler fakat siz
bilemezsiniz.” ayeti ile;
Allah elçisinin Bedir’de ölen müşrik cesetlerine karşı: “Biz
rabbimizin bize vaat ettiğini hak olarak bulduk siz de buldunuz mu?” şeklindeki
konuşması üzerine : -Ya Rasulallah, onlar ölüler değil midir? Nasıl onlara
sesleniyorsunuz.” Diyen arkadaşlarına :- Şimdi onlar benim dediklerimi
duyuyorlar.” buyurmuştur.
Halbuki bu sözler Aişe annemize aktarılınca o şöyle
söylemiştir: “Allah Rasulu bununla “Onlar şimdi benim söylediklerimin hak
olduğunu biliyorlar” demek istemiştir. Çünkü Kuran’da : “Sen kabirde olanlara
işittirecek değilsin.[8]”
buyrulmaktadır.” [9]
Şehitlerin diriliği ise bizim bilemeyeceğimiz bir boyut ve
şekilde olabilir. Sonuçta ölüm denen olay insanın biyolojik yapısının son
bulması olduğuna göre şehitlerden canlı insanlardaki yetkinliği beklemek doğru
değildir. Onlardaki dirilik biyolojik değil belki başka bir boyut ve anlamda
kabul edilirse naslar arasındaki uyum sağlanmış olur. “Muhakkak ki sen
öleceksin onlarda ölecekler.”[10];
“Biz senden önce hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik.”[11];
“Her canlı ölümü tadacaktır.”[12]
ayetleri ne peygamber ne veli ne de şehit istisnası yapmamasına ve yaşadığımız
dünyadaki olayların gidişatına (tecrube) ve bedihi aklın hükmüne bakıldığında
bunun böyle olduğu sarahaten ortaya çıkacaktır. Şehitlerin diriliği hakkında
bize fikir verebilecek bir hadis bulunmaktadır. Allah Rasulu şöyle buyuruyor: “
Şehitlerin ruhları cennetteki yeşil kuşların karınlarındadır. O kuşların arşa
asılı kandilleri bulunmaktadır. Cennette diledikleri yere gidebilirler ve sonra
yine o kandillere dönerler.”[13] Bu hadisten anlaşıldığına göre şehitlerin
bazı çevreler tarafından iddia edildiği gibi dünya hayatının gidişatına
müdahale eden bir yapıları bulunmamaktadır. Dirilikleri cennette
oluşlarındandır. Ayetlerde bahsedilen savaşlardaki yardım eden manevi güçler
ise Allah’ın melekleridir. Allah’ın melekleri ise hiçbir kimsenin kendilerine
dua etmeleriyle harekete geçmezler. Onlar sadece Allah’a itaat eden ve onun
emirlerine asla isyan etmeyen varlıklardır.
“Hatırla ki siz rabbinizden (Bedir savaşı esnasında) yardım
diliyordunuz da o duanızı kabul etmiş ve “Ben size arka arkaya gelen 1000
melekle yardım edeceğim.” demişti.”[14]
“Melekler Allah’ın hiçbir emrine karşı gelmezler ve
emrolundukları şeyi hemen yaparlar.”[15]
Fakat şehitte olsa bu
sayede diri oldukları kabul edilse dahi bu dirilikleri Allah’ın kullarının kendilerinden
yardım istemek için onlara seslenmelerini, onlara yalvarıp yakarmalarını
meşrulaştırmaz. Halbuki “Kabirdekilerden yardım isteyiniz!” sözüyle bizden
ölülerden yardım talep etmemizi bekleyenler şehit olsun olmasın “evliya” olduğu
sanılan her bir kişinin şehitlerden daha üstün olmaları beklentisiyle onlara
seslenmenin karşılıksız kalmayacağını ileri sürüyorlar. Bu ise aynı zamanda bir
ibadet olan “dua”nın Allah’tan başkasına yapılması oluyor. Allah’ın “dualara
icabet eden olması” sıfatını Allah’tan başkalarında görmek ise kişiyi hak din
İslam’ın getirdiği açık ve net / aracılığı reddeden tevhid inancından
uzaklaştıracağında şüphe yoktur. Allah’ı zatında sıfat ve isimlerinde tevhid
etmek Kitap, Sünnet, akıl ve tecrubeyle sabit olan bir hakikat iken, Allah ile
kullar arasına aracılar edinmek ve duaları onlara yapmak ise hurafenin batıl ve
merdut inançların başını çekmektedir.
Gelelim peygamberlerin dirilikleri iddiasına..
Hz. Muhammed ve Allah’ın diğer elçilerinin ölmediklerini
söylemek ne ayetlerle ne de hadislerle bağdaşan bir düşünce değildir. Allah’ın
elçileri bu tür düşüncelere sahip olunmakla yüceltilmiş olmazlar. Onlar
kendilerinin beşer olduklarını söylemekten hiçbir zaman hicap duymamışlar ve
her zaman yeri geldikçe bu hakikati vurgulamışlardır. Kuran’da buna dair birçok
örnekler vardır:
“De ki ben ancak sizin gibi bir beşerim.”[16]
“Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip
geçmiştir. Şimdi o ölse ya da öldürülse siz ökçeleriniz üzerine geri mi
döneceksiniz!?”[17]
“Ey Muhammed! Şüphesiz sen de o müşrikler de öleceksiniz!
Sonra hepiniz kıyamet günü rabbinizin huzurunda muhakeme edileceksiniz.”[18]
“Hz. İsa (a.s.) diyecek ki: “Ben onların aralarındayken
onlara şahittim. Ne zaman ki beni vefat ettirdin onların görüp gözeteni sen
oldun sen muhakkak her şeye şahitsin.”[19]
Bunun siyerdeki delilleri de bilinmeyen şeyler değildir.
Allah’ın elçisi vefat ettiğinde insanlar buna inanmak istememişlerdi. Hz. Ömer
“Muhammed öldü” diyeni öldüreceğini ilan etmekteydi. Bu esnada Ebubekir (r.a.)
Allah Rasulu’nun evinden çıkıp “Biliniz ki her kim Muhammed’e tapıyorsa o artık
ölmüştür. Her kim de Allah’a inanıyorsa o diridir ölmez.” Buyurdu ve arkasından
da “Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de nice elçiler gelip geçmiştir.
Şimdi o ölse ya da öldürülse siz ökçeleriniz üzerine geri mi döneceksiniz!?”
ayetini[20]
okudu. Bu olaydan sonra Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “O gün benim için o ayetler
sanki yeni inmiş gibiydi.”[21]
Elbette Allah’ın elçisi gibi bir insanın bir dostun dünyadan
ayrılışını kabul etmek kolay değildi. Fakat ölüm her beşer için bir hayat
gerçeği olarak ezelde tayin edilmiş bir yazgıdır. “Her beşer ölümü tadıcıdır”[22]
ayeti ya da “De ki: Kaçtığınız ölüm sizi muhakkak yakalayacaktır”[23]
ayetleri bu hakikati dile getirmektedir. Peygamberler ya da diğerleri
ölmüşlerdir. Fakat elbette ki bizim bilmediğimiz bir şekilde “anlamadığımız/
vakıf olamadığımız” bir başka boyutta hayatları olabilir. Fakat bu onların
biyolojik olarak ölmüş oldukları gerçeğini değiştirmez.
Sonra Allah’ın elçisi (s.a.v.) iddia edildiği gibi diri
olsaydı kendisinden istekte bulunanların isteklerini duyabilseydi ve onlara
yardım edebilseydi bunu yapmaz mıydı? En yakın arkadaşları bir konuda aylarca
yıllarca ihtilafa düştükleri halde neden mezarında diri(!) olan Allah’ın
elçisine başvurmamışlardı!? En yakın misal olarak Kuran’ın cemi konusunda Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer ile yaşadıkları ihtilafı neden mezardaki diri olan (!)
Allah’ın elçisine arz etmemişti!? Hz.
Ali Hz. Ebu Bekir’e darılan ve dargın olarak vefat ettiği bilinen Hz.
Fatıma’nın miras talebini Allah elçisine refedip yetkilileri uyarması için neden kayın pederi
olan Rasulullah’tan yardım istememiştir!? Buna daha nice misaller ve deliller
getirmek mümkün değil midir? “Harre vakası”[24]
ya da Haccac b. Yusuf tarafından Kabe’nin yıkılıp yakılması Rasulullah’ın
kabrinden kaç km. ötede olmuştu ki? Neden Allah’ın elçisi yaşadığı halde bu konularda
ümmetine yol göstermemiştir? Çünkü hak olan tasavvuf çevrelerinin iddia
ettikleri gibi değildir. Doğru olan Allah’ın elçisinin de bir beşer olarak tüm
insanların maruz kaldığı/kalacağı sona maruz kalmış olduğudur. Kuran’daki
ayetler bunu çok açık bir biçimde söylerken Kuran’a asla iltifat etmeyen ve
sadece gürültülü sesler çıkararak hakikatin önünü kesmeye çalışanlar
Hıristiyan’ların düştüğü ifrat çukurunun kenarında gezmekte olduklarını
bilmelidirler.
İşte hakikat denen şey böyledir. Açıktır, nettir, sarihtir ve
güçlüdür. Batılda onun karşısında o kadar güçsüz ve acizdir. “Güneşin çıkması
ise karanlığın kaybolması için kâfidir.”
Bu söz[25]
Kitap ve Sünnet’in getirmiş olduğu “İbadetin yalnızca Allah’a yapılması” ve
“Allah’a ortak koşmamak” ilkelerine de zıt düşmektedir. Çünkü Allah’tan
başkasından yalvarılarak/ dua edilerek bir şeyler istemek /beklemek tamamen yasaklanmış
bir ibadet biçimidir.
İBADETİN ANLAMI VE KAPSAMI
İbadet sözlükte “kul/köle olmak” ; “boyun eğmek” ; “itaat
etmek” anlamlarına gelir. Istılahta ise “Yüce Allah’a karşı kulları tarafından
gösterilen saygı, sevgi, kulluk, itaat, emir ve yasaklarına boyun eğiş,
tevekkül, dua, istiane (yardım istemek), istiğase (imdat/acil yardım dilemek),
istiaze (sığınma talep etmek) vb. kalbi yada ameli hallerdir.”
Demek ki dua etmek bir ibadet biçimidir. Şimdi delillerimize
geçelim:
“DUA ETMEK” İBADETTİR.
Allah Teala: “Bana dua
edin icabet edeyim. Muhakkak ki bana ibadetten büyüklenenler cehenneme
aşağılanmış bir şekilde girerler.”[26]
buyurmaktadır. Bu ayet duanın bir ibadet biçimi olduğunu açıkça söylemektedir.
Bunun yanında Allah’ın elçisi (s.a.v.): “Dua ibadetin özüdür.”[27]
buyurmuştur. Dua ibadet olduğu içindir ki Allah Teala onun bir başkasına da
yapılmasını şirk olarak nitelendirmiş ve bunu kesin bir şekilde yasaklamıştır.
“De ki : “Ben ancak Rabbime dua ederim. Ona asla hiçbir
kimseyi ortak koşmam.”[28]
“De ki: “Benim salatım (namazım ve duam), ibadet ve kurbanım
(nüsük), yaşamım ve ölümüm alemlerin rabbi Allah içindir. Onun hiçbir ortağı
yoktur.”[29]
“Mescitler ancak Allah’a aittir. Sakın (oralarda) Allah ile
birlikte başka hiçbir ilaha da dua etmeyesiniz!”[30]
Bu ayetlerden her ne surette olursa olsun Allah’tan başka bir
varlığa dua edilmemesi gerektiğini öğrendiğimiz gibi kendilerine “dua
edilenlerin” dua edenler tarafından ilah kılındıklarını da anlamış oluyoruz.
İşte bu durum Kuran ayetlerince şirk olarak değerlendirilmektedir. Çünkü
Allah’tan başka hak ve gerçek ilah bulunmamaktadır. İbadet ve duanın asıl
sahibi yüce Allah’tır. İbadet sayılan işlerden birini Allah’ın dışında bir
başka varlığa da sunmak ise “Allah’a ibadette ortak koşmak” olarak açıklanan
“şirk” kapsamına dâhildir.
SONUÇ :
Allah rasulu (s.a.v.)’in İslam inanç ve amel hayatına tevhid
inancını temelinden sarsacak bir uygulamayı emretmesi düşünülemez. Allah rasulu
(a.s.) dinde çelişki meydana getirecek şeyler söylemekten uzaktır. O,
insanların içinde tevhit davası uğruna bütün ömrünü feda eden yegâne
şahsiyettir. Böyle bir şahsiyetin kendi getirdiği ve uğrunda savaştığı tevhit
ilkesini bozacak bir takım emirler ve tavsiyeler verdiğini düşünmek akıl,
mantık ve şuur dışıdır. Konumuz olan rivayet, başta belirttiğimiz gibi hem
senet hem metin bakımından tezkiyesi mümkün olmayan mevzu bir hadistir. Uydurma
olduğundan asla şüphe duyulmamalıdır. Ne bir isnada sahiptir ne de hadis
kitaplarından birinde bile geçmektedir. Buna rağmen bu mevzu rivayete dayanarak
inanç ve itikat oluşturmaya çalışanlar halkımızı bu yönde bir dindarlık
göstermeye teşvik edenlerin gayeleri eğer hak dine zarar vermek değilse
yaptıklarının derin bir cehalet eseri olduğunda kuşku yoktur.
Biz bu rivayeti antik çağlardaki ilkel inanışların İslam dinine
karşı yaptığı bir direniş hareketinin bir parçası olarak ta görebiliriz. Bu
direnişe bağlı olarak hurafenin dirilişi, batıl inanç istilası, yalan ve efsane
rivayet bataklığı ümmetin önündeki en korkunç tehlikelerdir. Genelde İlmin,
özelde ise Hadis Usulu’nun yoldaki işaretleri ise ümmete cennet yolunda
rehberlik etmeye devam edecektir. Son olarak bu rivayet hakkında İbni Teymiye’nin
fetvasına işaret ederek konuyu sonlandırmak istiyorum:
“Bu söz Allah’ın elçisinin hadislerini bilenlerin yanında
O’na iftira edilen bir yalandan başka bir şey değildir. Alimlerden hiç biri onu
rivayet etmemiştir. İtibar edilen sahih hadis kitaplarından hiçbirinde de
bulunmamaktadır.”[31]
[1] İsmail
b. Muhammed. El Acluni (ö.1730)
[2] Keşful
Hafa ve Müzilül İlbas; 1cilt, s.85 no:213
[3]
Şeyhulislam Ahmet b. Kemal (ö. 1533)
[4]
Er-risale fi şerhi ehadisil erbain s.62; İbni Kemal; v.360 Süleymaniye Kütüphanesi, Esat Efendi,
no:1694
[5] Buhari,
Cuma,
[6] Mecmuul
Fetava; c. 3, s.356
[7] Ruhul
Furkan Tefsiri c.2 s. 82; Ahmet Mahmut Ünlü, “Tarikatı Aliye’de Rabıtayı Celile”
s. 40 (Kabir yanında rabıta)
[8] Fatır,
22
[9] Buhari, Cenaiz,
87
[10] Zümer
30
[11] Enbiya
34
[12]Ali
İmran 185; Enbiya 35; Ankebut 57
[13] Müslim,
1887
[14] Enfal 9
[15] Talak 6
[16] Kehf
110; Fussilet 6
[17] Ali
İmran 144
[18] Zümer
30,31
[19] Maide 117
[20] Ali
İmran 144
[21] Buhari,
4452
[22] Ali
İmran 185; Enbiya 35; Ankebut 57
[23] Cuma 8
[24]Hicri 63
zilhicce 27; Miladi 683
[25] “İşlerinizde hayrete şaşkınlığa düştüğünüzde
(sıkıntı ile karşılaştığınızda) kabirdeki (ölülerden) yardım isteyiniz.”
[26] Gafir
60
[27] Tirmizi,
Deavat, 3371
[28] Cin 20
[29] Enam
162
[30] Cin 18
[31] Mecmuul
Fetava; c. 3, s.356
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder