19 Kasım 2016 Cumartesi

VAHDET EHLİ SÜNNET VE ŞİA ÜZERİNE MÜLAHAZALAR

VAHDET EHLİ SÜNNET VE ŞİA ÜZERİNE MÜLAHAZALAR –
             ERCAN ÇAYLAR
1-   Vahdet birlik beraberlik demektir. El-vahid Allah (c.c.) nün en güzel isimleri (esma-i Hüsna) ndendir; “bir” , “tek”  demektir. Ümmeti Muhammed’in birlik ve beraberlik içinde olmasını anlatan asıl kavram ise “cemaat” kavramıdır. Cemaat cem olmak toplanmak bir olmak birlik halinde olmak anlamlarındadır. Bu anlamıyla tefrikanın zıddıdır. Tefrika dağınık ve parçalanmış olmak demektir. Hadisi şerifte “Cemaatte rahmet tefrikada azap vardır” buyrulmuştur. Kuran ve Sünnet her an ve zamanda Müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmalarını tefrika ve ayrıma meydan vermemelerini emir ve tavsiyelerle doludur. Cenabı Hak Kuran’da  “(Ey müminler!) Allah’ın ipine toptan sarılın; tefrikaya (parçalanmışlığa ve ayrılmışlığa) düşmeyin.” buyurmaktadır. Kurtubi bu ayeti açıklarken “Cemaat olmak kurtuluş, bölünmek parçalanmak ise helak oluştur” der. İslam’ın 5 şartının tamamı bizlere cemaati muhafazayı, birlik beraberliği korumayı öğretir. Kelime-i şehadet tüm Müslümanların inanıp söylemesi istenen sözlerdir. Herkesten aynı söze inanıp ikrarı etmesi beklenir. Namaz cemaat halinde saflar yerli yerince düzeltilerek eda edilir; oruç, ramazanda tüm Müslümanlar tarafından hep birlikte eda edilir. Hac senenin belli günlerinde tüm müslümanların bir araya toplanmasıyla eda edilir. Zekat zenginlerin fakir olanları gözeterek toplumun birlik ve diriliğini sağlar; cemaati güçlendirir.  
2-   Bugün ümmeti Muhammed’in birlik ve dirliğe her zamandan daha fazla ihtiyacı olduğu kesindir. Öyleyse İslam ehli olanların sırf inatları, nefsi emareleri, tutku ve idealleri uğruna ayrılığa sebebiyet vermeleri vebaldir günahtır.
3-   Vahdet, birlik ya da cemaat olsa olsa müminler arasında konuşulması gereken konulardır. Mümin olmayanların, dinin aslı ve esasıyla sorun yaşayanların cemaatten bahsetmeleri abesle meşgul olmaktır. İlk yapılacak iş düzgün bir inanç ve itikada sahip olmak arkasından cemaati oluşturmak, birlik ve beraberliği sağlamaktır.
4-   Cemaat olabilmenin en önemli şartının aynı inanç ve akideye gönül vermekten geçtiğini söyledik. İslam’ın en önemli akidesi Kuran’a Sünnet’e inanmak, iman etmektir. Kuran Allah tarafından önce Hz. Muhammed’e ondan ashabına onlardan da tabiine ne bir harf eksik ne de fazla aynen aktarılıp korunarak bize kadar gelmiştir. Sünnet ise Hz. Muhammed’in Kuran’ı açıklaması, İslam’ı yaşaması ve bize öğretmesidir. Bu da ashabı kiram tarafından bize kadar gelmiştir. Kuranın korunması sünnetinde korunmasından geçtiğinden sünnette Kuran gibi aynen korunup kollanmıştır. Kuran sünnet olmadan doğru anlaşılamayacağına göre Kuran’ı aktaranlar onun açıklaması mahiyetindeki sünneti de aynen aktarmışlardır. Kuran manalarının yanlış anlamlara çekilmesinin önündeki engel işte bu sünnettir. Sünnet olmadan Kuran’ın korunduğunu söylemek hatalıdır. Çünkü manaları korunmadan Kuran korunmuş sayılamaz. Kuran metin olarak korunmuş, sünnet ise onu mana ve mefhumuyla korumuştur. Bu görevi de Kuran’ı aktaran kişilerin bizzat kendileri yapmıştır. İşte bu gerçek anlaşılmadan İslam dini anlaşılamaz. Çünkü bu gerçek İslam’ın temelidir. Sünneti inkâr edenler Kuran’a reyleri, indi yorumları ve günlük anlayışlarıyla yaklaşırlar. Bu ise Kuran’ı tahrif etmekle aynı şeydir. Ondaki gerçek manayı aktarmayıp kişinin kendi yorumuyla hakiki manayı örtmesi, kaldırması, tevil edip çevirmesi Kuran’ı aslından uzaklaştırmaktır. Günahların en büyüğü Allah’ın sözlerini çarpıtmak onun demek istemediğini dedirtmek olmaz mı? Bu aynı zamanda Allah iftira etme ve onu adına bir şeyler uydurmak anlamına gelmez mi? “Allah yalan iftira edenden daha zalim kim olabilir?” En büyük zulüm Allah adına yalan söylemektir. Kuran, sünnet sayesinde doğru anlaşılmış ve doğru aktarılmıştır. Kuran’ın sadece lafızları değil manası da korunmuştur. Bu korumayı sünnet gerçekleştirmiştir. Kuran bize ashabı kiram tarafından mütevatiren iletildiği gibi sünnette aynı ashab tarafından iletilmiştir. Ashabı kiram hakkında ortaya atılan her şüphe dinin aslı ve temeline yönelik bir yıkım faaliyetinden başka bir şey değildir.
5-    Şia mezhebiyle yaşanılan ayrılık yüzyıllardır yaşanmaktadır. Her devir akıllı insanları bu ayrılığın doğru olmadığına dikkat çekerek Müslümanların birlik ve beraberliğinin gerekli olduğunu söylemişler ve bunun için elbette çalışmışlardır. Fakat şu hakikat hiçbir zaman unutulmamıştır: Cemaat olmak demek “ne olursan ol gel” demek değildir.  Nitekim Allah rasulu de en yakın akrabaları oldukları ve akrabalık bağlarının en güçlü olduğu bir topluluk oldukları halde Mekkeli müşriklerle cemaat olmayı reddetmiştir. Çünkü cemaat olmaktaki en önemli ilke akide inanç ve ülkü birliğidir. Müşriklerle Müslümanlar arasında böylesi birlik söz konusu bile olamayacağından müşriklerin de katıldığı bir cemaat oluşumu asla mümkün olamamıştır.

ŞİİLİK(CAFERİLİK/RAFIZILİK/ONİKİ İMAMCILIK/İSNA AŞERİYE, İSMAİLİYE VE GULAT)

6-    Şia mezhebi İslam tarih ve mezhep kitaplarının en önde gelen konusudur. Bu kitaplarda açıklandığına göre bu mezhep Hz. Ali’yi sevenlerin değil onu istismar ederek onun adını kullanarak İslam ümmeti içinde tefrikaya sebep olanların meydana getirdiği tepkisel ve duygusal hareketlerin geneline verilen bir isimlendirmedir. Bunlardan Caferilik imamilik oniki imamcılık rafizılik aynı fırkanın değişik adlarıdır. İsmailiye bir diğer koludur; gulat-ı şia denen guruplar “aşırı şii” guruplar olarak kabul edilmektedir. Dürzilik ve Nusayrilik gulatı şiadandır. Tarihte bilinen Fatimiler, Büveyhiler, Karmatiler, Alamut kalesi haşhaşileri şii inanca sahiptiler.
Şiilik Hz. Ali ve soyundan gelenlerin yolu değildir. Bunlar siyasi asabiyet, taassub ve siyasi muhalefet gibi sebeplerin şekillendirdiği tepkisel ve duygusal hareketlerin kendilerini dini bir mezhep olarak üretmesinden ibarettir. Ashabı kiramı dolayısıyla tabiini bilgi kaynağı olarak görmediklerinden hadis konusunda ashaptan birkaç kişiyle yetinmek zorunda kalmışlardır. Hz. Hüseyin’in soyundan geldiğine inandıkları imamların sözleri onlar için kaynak olmuş daha çok da kendi heva ve hevesleriyle taassup ve nefretleriyle Şiilik dedikleri inancın altını doldurmaya çalışmışlardır. Hak bir yol olmadığından yüzlerce şii gurup ortaya çıkmıştır. Oniki imamcılıkla ismaililik arasındaki tarihi ayrım noktası şia inancının ne denli zafiyet içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Koca İslam tarihi içindeki seyirleri de son derece hasmane ve düşmanca olduğundan ümmeti Muhammed için sadece bir fitne kaynağı olup doğuda Moğollar batıda Avrupalılarla yapılan mücadelelerde hep Müslüman birliğine zarar veren içten içe Müslümanları zafiyete düşüren unsurlar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Tarihte Fatimi halifesi “Hakimi billah” kendisini (haşa) tanrı ilan etmiştir. Bugünkü Dürziler onu izleyen şii guruptur. Nusayriler Hz. Ali’yi ilah gören bir başka şii guruptur. Bunlar en belirgin gulatı şia denen guruplardır. Ehli sünnet içinde kendini ilah ilan eden bir tane halife değil sultan vali ya da benzeri bile gösterilemez. Ehli sünnet içinde bazı tasavvufi fırkalar aşırı bazı görüşlere sahip olsalar da hiçbir zaman tartışmasız kabul gördükleri söylenemez. 


7-   Şii  inanç mensuplarına göre Hz. Muhammed’in vefatını takip eden süreçte onun ev halkına (ehli beyt) haksızlık yapılmış ve Hz. Muhammed daha sağlığında Hz. Ali’yi yerine atamışken buna riayet edilmemiş ve ashabı kiram peş peşe süren bu haksızlıkları yapmakta fikir ve amel birliği içinde olmuşlardır. Onlar ashabı kiramın Hz. Muhammed vefat eder etmez ona olan sözlerini bozduklarını mal mülk ve iktidar yarışına düştüklerini söylemekte ve bundan ötürü birkaçı dışında tüm ashabı başta küfür olmak üzere nifak ve fısk gibi en çirkin vasıflarla anmaktadırlar. Halbuki ehli sünnet inancına sahip Müslümanlar böyle düşünmezler. Onlara göre Ashabı kiramın Hz Muhammed’in vefatından sonra iktidar mücadelesine giriştikleri düşüncesi onun vefatından sonra gelişen olaylar için kötü niyetli bir okumadır. Nitekim Hz. Osman’ın şehit edilmesi Hz. Ali’nin bu cinayetin arkasından gelen fitne ve iç çekişmelerle çok sıkıntılarla karşılaşmasıyla başlayan sürece kadar böyle iddialar asla söz konusu edilmemiştir.


8-   Sünnilere göre Hz. Ali ve onun güzide evlatları Hasan ve Hüseyin İslam ümmeti için her zaman saygıdeğer bir yere sahip olmuş kişilerdir. Müslüman cemaat Hz. Muhammed’in ashabının tamamına büyük bir saygı ve sevgi beslediği gibi o’nun aile halkına da aynen büyük bir saygı ve sevgi besler. Bunu dile getirmekten de hiçbir zaman çekinmez. Ehli sünnet Müslümanların camileri Allah Muhammed hat levhalarının yanında Ebu Bekir, Ömer, Osman gibi sahabeyi kiram’ın isimlerinin yazılı olduğu hat levhaları ile süslendiği gibi  peygamberimizin damadı Ali, torunları Hasan ve Hüseyin’in isimleriyle de aynen süslenmektedir. Ehli sünnet Müslümanlar kendilerine ve evlatlarına en çok Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma isimlerini verirler. Ehli sünnet Müslümanlar Hz. Muhammed’in aile efradını sevmeyecek olsalardı. Camilerini onların güzel isimleriyle süslemez ve onların isimleriyle isimlenmezlerdi. Bunun yanında Ehli sünnet Müslümanlar Hz. Muhammed’in aile halkını sevdikleri kadar onun arkadaşlarını da sever ve saygı duyarlar. Bunda garipsenecek bir şey yoktur. Ashabı kiram Hz. Peygambere en sıkıntılı zamanlarında yardımcı olmuşlar onu her türlü kötülük karşısında savunmuşlardır. O vefat ettikten sonra da onun emanetlerine en güzel şekilde sahip çıkmış ve bu uğurda “riddet savaşları” başta olmak üzere bir çok savaş ve hadisede can vermişlerdir.

ŞİİLERİN BAZI İDDİLARI
GADİR-İ HUM OLAYI VE VEFATTAN HEMEN SONRA GELİŞEN İKİ OLAY: KIRTAS (KAĞIT) VE BENİ SAİDE BAHÇESİ

9-   Şianın ashabı kiramdan Hz. Ömer’le ilgili iddialarından biri “varak” olayıdır:

Hz. Muhammed s.a.v. vefatından önce sıtma hastalığına benzer bir hastalığa tutulmuştu. Bazen üzerine kovalarla su dökülerek rahatlaması sağlanıyordu. Bizzat kendisi Hayber’de yediği zehirli etin etkisini ağzında hissettiğini söylüyordu. Hatta yüzü üstüne bir tülbent almıştı. Acı ve sıkıntı içindeydi. ashabtan bazıları onun yanındaydı. Kayınpederi Ömer bu kişilerden biriydi. Hz. Peygamber o ateş acı ve ağrıları içinde kıvranırken bile ümmetinin kendisinden sonra dalalete düşmesinden endişe duyarak bir kağıt kalem getirilmesini istediği rivayet edilmektedir. Bunun üzerine arkadaşları kalem ve kağıt getirmek üzere ayağa kalkmışlardı ki Hz Ömer onları bu fikirden vazgeçirdi. “Kuran ve sünnet yanımızdadır. Bize öğreteceği kadarını öğretmiştir. Bu acı ve ateş deryası içinde hala bizi düşünmesi bize olan şefkat ve dostluğundandır. Bırakınız huzur içinde olsun. Bizim için daha fazla endişe duymasın.” Anlamına gelecek şeyler söylemiştir. Ashaptan hiçbir kimse bu olayı büyüterek Hz. Peygamberin o gün o saatte kendi yerine birini tayin etmek istediğini söylememiştir. Çünkü eğer böyle bir niyeti olsaydı bunu o sıkıntılı anına bırakır mıydı. Baştan sağlıklıyken yazar çizer söyler açıklardı. Onun bundan korkup çekindiğini düşünebilir miyiz? Bu mümkün mü? Asla, o kendi yerine bir halife tayin etmekten daha zorlarını başarmış bir şahsiyettir.  Ancak o ashabını bu hususta özgür bırakmak istemiş ve onların en güzel bir şekilde bu sorunu halledeceklerine inanmış olmalıdır. Hz. Ömer ise ona acımış ve şefkat etmiş o sıkıntılı durumda bile ümmetini düşünüyor olmasını anlamış fakat artık buna gerek olmadığını rahat etmesi, müsterih olması gerektiğini söylemek istemiştir. Bu olayı Şia büyüttükçe büyütmüş, ajite etmiş ve Hz. Ömer’i bu olay yüzünden (haşa) zalim ilan etmiştir. Halbuki bu tavır Hz. Ömer’e haksızlıktır. Onu yanlış anlamanın anlamak istememenin bir sonucudur. Hz Ömer İslam’a ve Müslüman cemaatine vefat ettiği güne kadar sadık kalmış Hz. Muhammed’in yaptığı gibi onun bıraktığı kitabına ve ümmetine sahip çıkmış biridir. Kuran’ı toplattıran Hz. Ebu Bekir olarak bilinse de arkasında Hz. Ömer’in ısrarları vardır. Şiirleşmiş şekliyle “Dicle’de bir kurt kapsa bir koyunu; adli ilahi Ömer’den sorar onu.” diyecek kadar sorumluluk bilinci gelişmiş bir sahabidir. Onun devrinde İslam toprakları Bizans sınırlarına kadar varmış ve Kudüs’ün anahtarını almaya kölesiyle nöbetleşerek gitmiştir. Bunlar ve niceleri onun hakkındaki gerçeklerdir. Beytülmal (İslam devletinin hazinesi)in anahtarları elinde olduğu halde hazinenin mumunu söndürüp kendi parasıyla aldığı mumu kullanan o’dur. Sırtında un ve yağ taşıyarak fakirlere ulaştıranda o’dur. Onun bu ve benzeri zühd ve takva içerikli halleri onun hakkında rivayet edilen bazı davranışlarını  kötüye yormaya engeldir.




10-         Beni Saide Hadisesi :

 Hz. Peygamber vefat etmiş onun yanından çıkan Ebu Bekir ve Ömer, ashabı kiramı büyük bir perişanlık içinde görmüşler bunun üzerine Hz. Ömer de etkilenerek “ Muhammed öldü diyenin kellesini vuracağım” demeye başlamış, Hz. Ebubekir ise tarihi konuşmasını yapmıştır:“Eğer Muhammed’e tapıyorsanız o ölmüştür Allah’a tapıyorsanız biliniz ki o diridir ölmeyecektir.” demiştir. Bunun akabinde Ensar’ın ümmetin birlik ve beraberliğini sağlamak tefrika ve dağılmaya izin vermemek için toplandıkları işitilmiştir. Bu toplantıya Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde de davet edilmeden katılmışlar, ve orada hep birlikte ümmetin halifeliğini kimin üslenmesi gerektiği hususunda tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmalarda Hz. Ali’nin halife olması gerektiğini söyleyen bir kişi bile çıkmamıştır. Bu tartışma sırasında Gadir-i Hum’denilen yerde veda haccı dönüşü Hz. Aliye “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” denildiği bundan dolayı da yönetimin Ali’nin hakkı olduğunu söyleyen olmamıştır. Neden yönetim Ali’nin hakkı olduğu halde kimse bunu dile getirmemiştir?
İşte Şia mezhebi bu tür sorulara şu feci yanıtı veriyorlar: “- Çünkü hepsi birden irtidat ettiler, yoldan çıktılar. Hepsi birden hak yolu terk ettiler.” diyorlar. Peki bu mantıklı bir düşünce mi? Ensar ilk başta Hz Muhammed’e yardım ederken ne gibi bir dünyalık menfaatleri vardı? Hz peygamberden ve Mekkeli arkadaşlarından dolayı tüm Arap yarımadası tüm Arap alemi ve acemler kendilerine düşman olmamış mıydı? Canlarını mallarını namus ve şereflerini hz Muhammed ve onun inandıkları için tehlikeye atanlar Ensar’dan başkası mıydı? Allah rasulu ve onun kutlu davası uğruna böyle fedakar olan ensar hakkında dünya menfaati için birbirlerine düştüler iktidar mücadelesine giriştiler gibi bir düşünce nasıl yakıştırılabilir? Ehli hak mezhebinde olanlar Ensar hakkında böyle bir yanlış düşünceyi asla akıllarına bile getirmezler. O zaman Ensar’ın derdi neydi de Allah Rasulu  vefat eder etmez Beni Saide bahçesinde toplanarak bundan sonra ne yapacaklarına karar vermek istemişlerdi? Şüphesiz bunda anlaşılması zor olan bir durum yoktur. İyi niyetli bir okuma bunun ümmetin geleceğini tehlikelerden korumak ümmeti başsız bırakmamak için olduğunu söyler. Şia bu olayı birinci olaydaki gibi büyütür, ajite eder ve der ki : “İşte Hz Muhammed’in mezara bile konulmadan iktidar mücadelesine girişen arkadaşları!” .. Biz de “Allah doğruyu görmek istemeyene neden göstersin” diyoruz Ehli hak olarak..

11-         “Gadiri Hum” hadisesi:

Hz. Ali bazen etrafından kendisine sıkıntı verecek hadiselerle karşılaşırmış. Nitekim bazı rivayetlerde kendisinin şakacı biri olduğu, bu yüzden de bazı sıkıntılara düştüğü anlatılmaktadır. Böyle bir durum Hz. peygamberin hicretin otuzuncu yılında yaptığı veda haccı dönüşü de yaşanmış. Olay bu sefer Hz. peygambere de kadar intikal etmiş. Hz peygamber de hem amcasının oğlu hem de damadı Hz. Ali’nin bazı kişiler tarafından haksızca eleştirilmesini engellemek ve İslam’ın ilk günlerinden beri takındığı fedakar tavırları hatırlatarak ona karşı daha dikkatli olunması gerektiğini açıkladığı sırada: “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” buyurmuştur.  Bu hadise ve söz gadiri hum denilen yerde olmuş. bunun için aynı adla anılagelmiştir.  Ashab’tan hiç kimse bu sözün hz. Ali’nin peygamberden sonra halife olmasına yormadığı herkesin olayı öncesi ve sonrasıyla hz. Ali’yi rahatsız eden kişilere karşı onları caydırmak için söylendiğini bildiği anlaşılmaktadır. Ancak Şia bu hadiseyi ve söylenen sözü asırlar sonra hatırlamış – çünkü ehli sünnet kitaplarında da bulunmaktadır- ve bunun halife tayini demek olduğunda ısrar edip durmuştur. Ehli hak Gadir-i Hum olayını hiçbir zaman halife tayini olarak görmemiştir. Mantıklı düşündüğümüz takdirde şunu rahatlıkla görebiliriz: Hz.peygamber hz. Ali’yi yerine tayin edecek olsaydı ya da böyle bir niyeti taşısaydı sağlıklı ve en güçlü kuvvetli olduğu zamanlarda onu halife tayin ettiğini açıklar hatta veda haccından dönerken değil veda hutbesi içinde ilan ederdi. Sonra neden “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” demiştir de açıkça “Sizlere benden sonra bir halife bırakmayı uygun görüyorum. Kendime Ali’yi halife tayin ettim” dememiştir. Bunu isteseydi yapamaz mıydı. Çekinmiştir, denirse bundan çekinecek biri hz. Üsame’yi 18 yaşındayken bazı itirazların olacağını bile bile içinde hz Ebu Bekir, Ömer gibi yaşlı başlı ashabın bulunduğu orduya kumandan yapmaktan çekinmez miydi? Hakikat şu ki O hak olan bir şeyi yerine getirmekte asla tereddüt etmeyen biriydi. Ashabının gönlünde cahiliye düzeninden kalma köleler ve asiller sınıflarının tamamen ortadan kalkmasını istediğinden eski köle Zeyd bin Harise’nin oğlunu ordu kumandanı yapacak kadar muktedir biriydi.

ŞİA’IN YERSİZ MESNETSİZ İTHAMLARI VE CEVAPLAR

Şia Ehli sünnetin tamamını Emevilerle kolkola, onlarla yandaş ve iç içe görür. Halbuki Ehli sünnet bu tür ithamlardan beridir. Ehli sünnet Müslümanlar arasında Kerbela faciasını onaylayan bir kişi bile yoktur. Ehli sünnetten hiçbir kimse “yezit” adıyla isimlenmek istemez. Hz Ali’yle savaşan kişiler sahabi olarak kabul görseler bile isimleriyle Ehli sünnet arasında yaşatılmazlar. Emeviler ve arkasından gelen Abbasiler içinde de her halifenin zalim olduğunu söylemek akıl mantık dışıdır. İslamiyet bu iki devletin sayesinde Avrupa içlerine kadar yayılmış, Anadolu topraklarına defalarca girilerek bu toprakların ileride tamamen darul İslam olmasına katkıda bulunmuşlardır. İstanbul’un I.Yezit tarafından kuşatılması, Bizans için merkezi bir öneme sahip olan Amuriye (Amorion) şehrinin islamiyetin doğuşsundan sonraki ilk iki yüzyıl boyunca defalarca zabtedilmiş olması bunun en güzel misalleridir. Abbasiler döneminde İslam dininin sınırları doğuda Çin’e kadar varmıştı. Türkler Müslüman olmuşlar ve İslam dininin hizmetine girmişlerdi. İslam tarihi genişçe okunduğunda hem Emevilerin hem de Abbasilerin büyük bir İslam medeniyeti kurulmasında önemli katkılarının olduğu anlaşılacaktır. Tüm bu iyi işleri yapan insanları Emevi ve Abbasi olmak şeklinde yaftalayarak bir hamlede kırmızı kalemle üzerlerini çizmeye kalkmak olsa olsa Şia’ya yakışır. Zaten bu iki devletin yıkılışının arkasında da şiiler vardır. Emeviler Şia tarafından desteklenen Hz. Peygamberin amcası Abbas’ın sülalesinden gelenler tarafından yıkılmış ve bu devrimde binlerce masum insan katledilmiş, devrimin başındaki Abbas es-Seffah (kan dökücü) olarak nam salmıştır. Emevi halifelerinin mezarları dahi bu vahşetten nasiplerini almışlar ve yerle bir edilip yakılmışlardır. Arkasından Şia ile Abbasiler arasındaki ittifak bozularak Abbas Şia devrimcilerini tasfiye etmiş ve Ehli sünnet anlayışı temelinde devletini kurmuştur. Bu devlette 500 yıl sonra yine Şia ihanet ve faaliyetiyle yıkılmıştır. Çünkü bu devletin yıkılmasında Abbasi halifesi şii yardımcısı İbni Alkame’nin ihanetine uğramıştır. Abbasiler üzerine yürüyen putperest Moğol hükümdarının baş danışmanı ise yine bir şii olan  Nasruddin Et-tusi’dir. Bağdat yağmalanıp milyonlarca cilt Ehli sünnet kaynağı kitap Dicle nehrine atılıp ya da yakılırken zevkle seyretmiş, putperest Moğollar eliyle binlerce müslümanın zelil edilip mahvu perişan edilmesini kendi zaferi olarak görmüştür. İşte Şia ve Şiilik budur; bugünde aynı rolleri kah Amerika ve İsrail’le; kah Rusya ve Çin’le kolkola girerek oynamıyorlar mı? Suriye de ölen şii sünni tüm insanların vebali kimin? Katil Suriye diktatörü şii Nusayri Arap ırkçısı ve kökten laik, baba Hafız Esad ve oğul Beşşar Esad uğruna Suriye’nin yerle bir edilmesine neden olanlar kim!?  Yine aynı Şia değil mi?
  
Şia’nın bir diğer ithamı da Ehli sünnet alimlerine yöneliktir. Güya Ehli sünnet alimleri zalim halife ve sultanlara boyun eğmişler işleri güçleri onlara şakşakçılık yapmak olmuştur. Şia tam bir kara propaganda uzmanıdır. Ashaba olan kin ve nefretleri sebebiyle yüzyıllardır olayları ajite ederek çarpıtarak aktarırlar. Şiilerin mazlum edebiyatı yapmakta üslerine yoktur. Ehli sünnet alimlerine dil uzatmaları da aynı zihniyetin bir ürünüdür. Halbuki ehli sünnet alimleri Nizamülmülk zamanına kadar özel medreselerde halkın desteğiyle ayakta durmaktaydı. Bu durum Nizamulmülk'ün şia propagandasına karşı nizamiye medreselerini kurarak Ehli sünnete can ve kan vermek istemesine kadar sürmüştür. Nizamülmülk bu eğitim politikasını canıyla ödemiştir. Meşhur Şii İsmaili Hasan Sabbah’ın kurduğu Alamut kalesi haşhaşileri tarafından gerçekleştirilen seri cinayetlerin ilk kurbanı bu büyük Selçuklu veziri olmuştur. Nizamiye medreselerinden sonra devlet işlerine bu medreselerden mezun olanlar getirilmeye başlanmış ve düzen sağlanmıştır. Mezhep kurucusu dört büyük imamdan hiç biri devlet görevlisi olmamıştır. Bunlardan Ebu Hanife meşhur olduğu üzere kabul etmediği başkadılık teklifinden dolayı hapishanede işkence altında ruhunu teslim etmiştir.Elbette İmam Ebu Hanife’nin şöhretli öğrencisi Ebu Yusuf baş kadılık görevini üslenmekle bir devlet görevine getirilmiştir. Fakat böyle olmadan halkın arasında İslam hukukunun tesisi nasıl mümkün olabilirdi ki? Devlete doğru düzgün inanca sahip insanlar sahip çıkmazlarsa bir başkaları mutlaka sahip çıkacaktır. Devlete sahip çıkmak bir sorumluluktur. Dini dünyevi bir çok faydanın temini ve zararın defi devletin ayakta durmasıyla insanları adalet ve refah içerisinde yaşatmasıyla sağlanabilir. Şia özellikle de oniki imamcılar devlet kimin olursa olsun ona karşı olmuşlar hiç bir zaman samimiyetle bir devlete bağlanmamışlardır. Çünkü onların batıl inançlarına göre devlet kaybolduğunu ve yüzyıllar sonra yeniden ortaya çıkacağına inandıkları 12. imam Muhammed el Mehdi tarafından kurulmalıdır. Bu imamlarının gelmesi için her an dua ederler. Bunun böyle beklemekle olmayacağını anlayan son dönem Şii Ahuntu Humeyni "velayeti fakiyh" teorisini geliştirerek fakihlerin İmam Mehdi Muntazar gelene kadar halka velayet yoluyla idarecilik yapmaları gerektiğini ortaya atmış böylece bu teori temelinde İran 1979     devriminigerçekleştirmiştir. 
Biz şiilerin yukarıdaki ithamlarına cevaba dönersek mesela Ahmet İbni Hanbel 30 yıl süren mihne olaylarında eli sünnet inancını savunmak uğrunda şehit edilmiştir. İmam Malik “zorla yaptırılan beyatin geçersizliğine” dair bir fetva vermesi sebebiyle dönemin Medine valisi tarafından tutuklanıp kırbaçla cezalandırılmıştır. Ehli sünnet alimlerinin hiç biri idareciler zalim ve kötü oldukları zamanlarda kendilerini güvende hissetmemişlerdir. Hele İmam Ebu Hanife’nin imam Zeyd bin Ali’yle olan münasebeti ve ona verdiği destek herkes tarafından kabul edilirken Şiilerin sünni alimlerine dil uzatmaları haddi bilmezlikten başka ne sayılabilir? Asıl zalim sultanlara destek olanlar kendileridir. Şii İsmaili Fatımi halifeliği hatta oniki imamcı şiilerin bile gözbebeğidir. Öyle ki o devleti yıktığı için Selahattin Eyyubi'den nefret ederler. Mısırda kurulan bu devlet her zaman ehlisünnet müslümanlarına karşı haçlılarla işbirliği içinde olmuştur. Defalarca haçlıları müslümanlara tercih etmiştir. Bu günde zalim diktatör nusayri katı laik suriyeli diktatöre aynı zihinsel kodların yardımıyla destek çıkıyorlar. Şiiler hep aynıdır. Hiç değişmemişlerdir. Malesef biz onları tanımakta zorluk çekiyoruz. çünkü iyi niyetimizin kurbanıyız vesselam..

ŞİİLERİN İNANÇ ESASLARI

Şiilerde de inanılması gereken bir takım esaslar vardır. Bunlar ehli sünnette “amentü” olarak özetlenen imanın altı esası gibidir. Şiilerde ehli sünnetteki “kader” inancı yoktur. Ayrıca farklı iki şeye inanmak gerekir; bunlar : imamet ve takıyye’dir. Böylece ekleme ve çıkarmalarla  Şiilikteki iman esasları toplam yedidir. İnanç esaslarındaki en önemli unsur Allah’a doğru inanmaktır; bu da  akıllarda doğru bir Allah tasavvuru yerleştirmekle olur. Doğrusunu söylemek gerekirse bu konu Sünni ya da Şii her kesim içinde çok önemli hatalara düşenler olmaktadır. Bazı sünni guruplar Allah’ı el yüz göz vs. gibi organlardan tenzih etmeyerek bila taşbih ispat edilmeleri gerktiğini kuranda geçen aza/ organ isimlerini mecaz almanın hatalı olduğunu iddia etmektedirler. Halbuki kanaatimizce bu hatalı bir düşüncedir. Allah cc için eli vardır gözü vardır vs. ifadeler yanlıştır. Bu gibi el, göz vs. gibi organ isimleri sıfat bile kabul edilseler bile Allah onların bu düşüncelerinden münezzehtir. Çünkü el ve göz sıfat olamaz. Sıfat elin sahip olduğu kudret ya da gözün sahip olduğu basar olabilir.
Sünniler içinde Allah tasavvuruyla ilgili bir hata da şudur: Allah (c.c.) şirk koşulmadan ibadet edilmeyi hak eden varlıktır. Ondan başkasına yapılan yalvarıp yakarmalar sünni şii kimden gelirse gelsin kabul edilemez. Biz Şiilerin “ya hasan ya Hüseyin diye nida etmelerinin şirk işi olduğunu söylediğimiz kadar sünni tarikatlerdeki bazı noksan akıllıların “ya Abdulkadir Geylani!” demelerini de şirk işi görüyoruz. Hatta bunları teville yahut hüsni zanla telif edilemeyecek kadar büyük fecaatler olarak görüyoruz. Bir şii mollası çıkar televizyonda “ya Allah! Ya da ey allahım! demenin şirk olduğunu bunun yerine ya hasan ya Hüseyin demenin ya da bunlarla bereber ya Allah demenin tevhid olduğunu söylerse biz bunun islam’a katıksız düşmanlık olduğunu ebu cehillerin hoca kılığında ümmete vaaz ettiklerini düşündüğümüz kadar sünni birileri de kalkıp ümmete “ya şeyhim ya abdulkadir vs. demelerini telkin ettiklerinde şii mollasına verdiğimiz tepkinin aynısını veririz.
Kitaplara iman:
Şiiler kitap olarak Kuranı Kerim’e inanırlar. Biz (ehli sünnet) bu konuda Şiilerle elbette aynı inancı paylaşıyoruz. Ancak bu konuda bizim  inancımız gayet açık net ve berrak iken Şiilerin inançlarında tam tersi bir bulanıklığın olduğu anlaşılmaktadır. Neden mi? Tarihte Şiilerin çok değer verdiği bazı şii alimler (mesela Et-Tabersi)  Kuran’ın ashabı kiram tarafından tahrif edildiğini kendisinde ekleme ve çıkarmalar yapıldığını ileri sürmüşlerdir. Et- Tabersi “Faslul hitab fi isbati tahrifi kitabi rabbil erbab” isimli kitabında sadece kendi yorumlarından hareket etmemiş bundan daha çok, çeşitli asırlarda yaşamış şii alim ve müctehidlerin Kuran’ın eksiltildiğine, bazı ayetlerin çıkarılıp bazılarının eklendiğine dair ileri sürdükleri savlarını bir araya toplamıştır. Bu tür görüşler onlarda eskiden beri vardı ancak dağınık haldeydi. Günümüz Şiileri bu kitabı kabul etmediklerini söyleseler bile adı geçen kitabın Kuran’ın tahrif edildiğine dair ortaya atılan bir çok görüş ve yorumu bir araya getirmesinden dolayı Şiiliğin kuran hakkındaki bulanık zihniyetini gözler önüne sermesi bakımından önemlidir.
İran baskılı bazı kuranlarda “velayet suresi” adını verdikleri bir surenin yazılı olduğu idiaları konunun ciddiyetini artırmaktadır. Bu uydurma sureyi meşhur kuran tarihçisi müsteşrik Noldke “Tarihul masahiyf (c.’, s. 102) de nakletmiştir. Önceleri papazlar sonraları ise Müsteşrikler  Kuran’da tahrif ve eksiltme ekleme iddialarını buna dayalı olarak Kuran’ın vahiy ürünü değil insan kaynaklı olduğu iddialarını şii yazarlara  dayandırmışlardır. Bunda İslam ve Müslümanlar için nasıl bir maslahat umulabilir? Bu durum Şiilerin İslam ve Müslümanlığa verdikleri tek zarar değildir.
Şiilerle kitaplara iman konusunda uzlaşamayacağımız bir diğer mesele de Hz. Fatıma’ya vahiy indiğini ona “velayet” suresi adında bir sure nazil olduğunu iddia etmeleridir. Onlara göre imamlar varken vahiy kesintiye uğramış olamaz. İmamlar vahiy almaya devam etmişlerdir.
Kitaplara iman meselesinde Şiilerle uzlaşamayacağımız bir diğer konu da ayetlerin tevil ve tefsirleriyle alakalıdır. Şöyle ki Şiiler kuranın ilgili ya da ilgisiz her ayetinde ehli beyt içerikli yorumlar yapar dolayısıyla Kuran’ı bir hikaye, övgü ve methiye kitabı haline getirirler. Bunu kendileri de inkar etmez doğrusunun da bu olduğu hususunda ısrar ederler. Onlara göre Kuran’ın dörtte üçü ehli beyti anlatmak için inmiştir.
Şiiler Hz. Alinin yanında bugünkü Kuran’ın üç misli daha büyük bir kuran daha bulunmakta olduğunu onun takıyye icabı bu kitabını sakladığını iddia etmişlerdir. Halbuki Hz. Ali takıyye yapmayacak kadar cesur biriydi. Sonra madem elinde böyle bir Kuran vardı onu neden halifeliği döneminde yaymamıştır. Demek ki böyle bir şey yoktur. Şiilerin varolduğuna inandıkları şeylerin tamamen batıl ve uydurma oldukları açıktır.
Bugünkü Şiiler kuran hakkında yukarıdaki gibi düşündüklerini inkar ederek ithamlardan kurtulmaya çalışmaktadırlar. Fakat tarihi süreç içerisinde bizzat kendi kitaplarında bu türden rivayet ve yorumların nakledilegelmiş olması Şiilerin kitaplara iman hususunda bile ehli sünnetle aynı yeri paylaşamayacağını ispatlamaya kafidir.”

ŞİİLİKTE İMAMET İNANCI

İmamet ümmetin önderliği yöneticiliği anlamındadır. Bu ismi namazdaki imamlığa benzetilerek aldığı genel olarak kabul edilmektedir. Bu konu aslında bir inanç konusu olmaktan çok bir “muamele” konusudur. Şiiler dışında hiçbir mezhep bu konuyu inanç konuları arasında incelememiştir. Fakat Şiiler ümmetin yöneticiliği konusu bir muamele meselesi olmaktan çok inançla ilgili bir konu olarak değerlendirmişlerdir. İmamete inanmak Şiilikte iman inanç esaslarından biridir. Anlamı da ümmetin yöneticiliğinin Hz. Muhammed’den sonra Hz. Ali ve evlatlarına geçtiğine inanmak demektir. Onlara göre Hz. Ali Allah tarafından imam olarak belirlenmiş ve Hz Muhammed bunu ashabına duyurmuştur, fakat ardından gelişen olaylarda ashabı Hz. Muhammed’in bu vasiyetine, dolayısıyla Allah’ın emrine karşı gelerek (en hafif ifadeyle) yoldan çıkmışlardır. Hz. Ali’nin 15’e yakın erkek evladı olduğu halde Şiiler Hasan ve Hüseyin’e Hz. Muhammed (s.a.v.)in kızı Fatıma’dan dolayı çok önem vermişlerdir. Onlara göre Hz. Hasan ikinci imamdır. Onunda bir çok erkek evladı olduğu halde imamet ondan evladına değil kardeşi Hüseyin’e geçmiştir. Bu arada hz. Hasan Muaviye ile anlaştığı ve halifeliği ölümüne kadar ona bıraktığı için Şiiler tarafından oldukça büyük bir dışlama ve tazyikle karşılaşmıştır. Hatta bu ittifak antlaşmasını onaylayıp Medine’ye döndüğünde atından inmeden şiasından biri tarafından dizinden bıçaklanmış, vefatına kadar da bu yaranın etkisiyle düzgün yürüyemez hale gelmiştir. Hz. Hüseyin’in de birçok kadından çok çocukları olmuştur. Fakat bunlardan Ali Zeynel Abidin ki annesi İran kisrasının kızıdır. Bilindiği üzere İranlılarda kisra tanrının yeryüzündeki temsilcisidir ve soyu kutsaldır. Böylece kendilerince iki kutsal soy Ali Zeynel Abidin de birleşmiş olmaktadır. İşte üçüncü imam bu zattır. Arkasından oğlu Muhammed el Bakır’ın 4. İmam olduğu kabul edilmiştir. Bu arada dikkat ediniz artık imamlıkta Hz. Hasan’ın soyundan olanların esamisi yoktur. Çünkü onun Muaviye’yle yaptığı ittifak tüm sülalesinin imamet konusunda defterden silinmelerine sebep olmuştur. Muhammed el bakır’dan sonra imam olarak  Cafer bin Muhammed kabul edilmiştir. Caferi sadık olarak bilinen zattır. Bu zatın iki oğlundan büyüğü olan İsmail genç yaştayken vefat eder. Bir kısım Şiiler imamet hakkının büyük kardeşte olduğunu ileri sürerek İsmail’in öldüğüne inanmak istemeyip onun kaybolduğunu ileri sürerek yeniden ortaya çıkacağına dair akla ziyan bir görüş ortaya atarak “ismaililer” olarak bilinen bir gurup teşekkülüyle 12 imamcılardan/ Caferilerden ayrılırlar. Cafer b. Muhammed’in diğer oğlu Musa el Kazım yedinci imam olarak tanınır. Bu babadan oğla geçiş 11. İmam hasan el askeriye kadar böyle devam eder. Hasan el Askerinin oğlu olmaz. Fakat 12. İmamcılar bunu kabullenemezler. Bazı rivayetlerde bir oğlu olup vefat ettiği ileri sürülür. Her halükarda imamete varis bir oğlan çocuğunun olmaması Şiileri kutsal soydan birinin imamlığına dair ortaya attıkları teoriyle bağdaşmadığından imamın kaybolduğuna dair önceden İsmaililerin ortaya attıkları teorinin bir benzerini  ortaya atmalarına yol açar. Kaybolan İmam(!) yüzyıl beklenir. Bu döneme küçük kayıplık dönemi denir.bu arada imamın bu kayıplık döneminde nerede yaşadığı ya da dönüşününde nereden geleceğine ve neler yapacağına dair akla ziyan bir sürü yorum ve düşünceler ileri sürülmüştür. Yüzyıllık ilk dönemden sonra imamın dönüşünün uzun olabileceği düşünülerek  daha uzun bekleyişler başlar ve artık onun kıyamete yakın tekrar döneceğine dair beklenen mehdi olduğu iddialarıyla yeni bir inanış yaygınlaştırılır. Bu olmayan imamın adı Muhammed Mehdi Muntazar (beklenen)dır. Şiiler gece gündüz bu imamın çıkışı için dua ederler. Tarihi süreç içerisinde kendisini 12 imam olarak tanıtan bazı kişler ortaya çıkmış bunlardan birinin taraftarlarının oluşturduğu doktrin Bahailik adıyla tanınmıştır. Muhibbuddin Hatib der ki: “ Şiiler tüm Müslümanlardan bu yalana inanmalarını bekliyorlar ta ki kendileriyle anlaşma ve yakınlaşma olsun. Heyhat; bu ancak tüm İslam alemi bir akıl hastanesine dönüşürse o zaman belki mümkündür. Akıl nimetini verdiği için Allaha hamdolsun. Akıl sahih imandan sonra ne büyük nimet!”
Şiilikte imamlar Allah tarafından belirlenmektedirler, vahiy alırlar, gaybı bilirler, kainatı yönetir ve onda istedikleri gibi tasarruf ederler.  Onların en mühim kitapları olan “el Kafi” isimli kitaplarında 12 imam dedikleri insanlara öyle üstün sıfatlar vermektedirler ki sanki bu kişiler insan değil haşa birer tanrıdırlar. Muhibbudddin Hatip “El Kafi” deki imametle ilgili konu başlıklarının şunlar olduğunu aktarmıştır:
“İmamlar meleklere nebi ve resullere verilen ilimlerin tamamını bilirler” kafi sh: 255
“İmamlar ne zaman öleceklerini bilirler ve onlar kendi istekleri olmadıkça ölmezler.” Kafi sh: 258
“İmamlar olmuş olacak her şeyin ilmini bilirler onlara hiçbir şey gizli değildir.” Kafi sh: 260
“İmamlarda bütün kitaplar vardır ve onları farklı dillerde olmalarına rağmen anlarlar, bilirler.” Kafi sh: 227
“Kuran’ı imamlardan başkası toplamamıştır. Onlar kuran ilimlerinin hepsini bilirler.” Kafi sh: 228
“Yeryüzünün hepsi imama aittir.” Kafi sh: 407
İmamların olmuş olacak her şeyi bildiklerine inanan Şiiler Allah hakkında “beda” denen bir inanca sahiptirler. Buna göre Allah gaybı bilmez. Allah olmadan bir şeyi bilemez. Ne gariptir ki imamları hakkında onların her şeyi bildiklerini ileri süren bu insanlar Allah hakkında bunu inkar etmektedirler.  Ehli sünnet Şiilerin bu düşüncelerini reddetmiştir.
      


  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder