VAHDET EHLİ
SÜNNET VE ŞİA ÜZERİNE MÜLAHAZALAR –
ERCAN ÇAYLAR
1-
Vahdet birlik beraberlik demektir.
El-vahid Allah (c.c.) nün en güzel isimleri (esma-i Hüsna) ndendir; “bir” ,
“tek” demektir. Ümmeti Muhammed’in
birlik ve beraberlik içinde olmasını anlatan asıl kavram ise “cemaat”
kavramıdır. Cemaat cem olmak toplanmak bir olmak birlik halinde olmak
anlamlarındadır. Bu anlamıyla tefrikanın zıddıdır. Tefrika dağınık ve parçalanmış
olmak demektir. Hadisi şerifte “Cemaatte rahmet tefrikada azap vardır”
buyrulmuştur. Kuran ve Sünnet her an ve zamanda Müslümanların birlik ve
beraberlik içinde olmalarını tefrika ve ayrıma meydan vermemelerini emir ve
tavsiyelerle doludur. Cenabı Hak Kuran’da “(Ey müminler!) Allah’ın ipine toptan sarılın;
tefrikaya (parçalanmışlığa ve ayrılmışlığa) düşmeyin.” buyurmaktadır. Kurtubi
bu ayeti açıklarken “Cemaat olmak kurtuluş, bölünmek parçalanmak ise helak
oluştur” der. İslam’ın 5 şartının tamamı bizlere cemaati muhafazayı, birlik
beraberliği korumayı öğretir. Kelime-i şehadet tüm Müslümanların inanıp söylemesi
istenen sözlerdir. Herkesten aynı söze inanıp ikrarı etmesi beklenir. Namaz
cemaat halinde saflar yerli yerince düzeltilerek eda edilir; oruç, ramazanda
tüm Müslümanlar tarafından hep birlikte eda edilir. Hac senenin belli
günlerinde tüm müslümanların bir araya toplanmasıyla eda edilir. Zekat
zenginlerin fakir olanları gözeterek toplumun birlik ve diriliğini sağlar;
cemaati güçlendirir.
2-
Bugün ümmeti Muhammed’in birlik ve
dirliğe her zamandan daha fazla ihtiyacı olduğu kesindir. Öyleyse İslam ehli
olanların sırf inatları, nefsi emareleri, tutku ve idealleri uğruna ayrılığa
sebebiyet vermeleri vebaldir günahtır.
3-
Vahdet, birlik ya da cemaat olsa
olsa müminler arasında konuşulması gereken konulardır. Mümin olmayanların,
dinin aslı ve esasıyla sorun yaşayanların cemaatten bahsetmeleri abesle meşgul
olmaktır. İlk yapılacak iş düzgün bir inanç ve itikada sahip olmak arkasından cemaati
oluşturmak, birlik ve beraberliği sağlamaktır.
4-
Cemaat olabilmenin en önemli
şartının aynı inanç ve akideye gönül vermekten geçtiğini söyledik. İslam’ın
en önemli akidesi Kuran’a Sünnet’e inanmak, iman etmektir. Kuran Allah
tarafından önce Hz. Muhammed’e ondan ashabına onlardan da tabiine ne bir harf
eksik ne de fazla aynen aktarılıp korunarak bize kadar gelmiştir. Sünnet ise Hz.
Muhammed’in Kuran’ı açıklaması, İslam’ı yaşaması ve bize öğretmesidir. Bu da
ashabı kiram tarafından bize kadar gelmiştir. Kuranın korunması sünnetinde
korunmasından geçtiğinden sünnette Kuran gibi aynen korunup kollanmıştır. Kuran
sünnet olmadan doğru anlaşılamayacağına göre Kuran’ı aktaranlar onun açıklaması
mahiyetindeki sünneti de aynen aktarmışlardır. Kuran manalarının yanlış
anlamlara çekilmesinin önündeki engel işte bu sünnettir. Sünnet olmadan
Kuran’ın korunduğunu söylemek hatalıdır. Çünkü manaları korunmadan Kuran
korunmuş sayılamaz. Kuran metin olarak korunmuş, sünnet ise onu mana ve
mefhumuyla korumuştur. Bu görevi de Kuran’ı aktaran kişilerin bizzat kendileri
yapmıştır. İşte bu gerçek anlaşılmadan İslam dini anlaşılamaz. Çünkü bu gerçek İslam’ın
temelidir. Sünneti inkâr edenler Kuran’a reyleri, indi yorumları ve günlük
anlayışlarıyla yaklaşırlar. Bu ise Kuran’ı tahrif etmekle aynı şeydir. Ondaki
gerçek manayı aktarmayıp kişinin kendi yorumuyla hakiki manayı örtmesi,
kaldırması, tevil edip çevirmesi Kuran’ı aslından uzaklaştırmaktır. Günahların
en büyüğü Allah’ın sözlerini çarpıtmak onun demek istemediğini dedirtmek olmaz
mı? Bu aynı zamanda Allah iftira etme ve onu adına bir şeyler uydurmak anlamına
gelmez mi? “Allah yalan iftira edenden daha zalim kim olabilir?” En büyük zulüm
Allah adına yalan söylemektir. Kuran, sünnet sayesinde doğru anlaşılmış ve
doğru aktarılmıştır. Kuran’ın sadece lafızları değil manası da korunmuştur. Bu
korumayı sünnet gerçekleştirmiştir. Kuran bize ashabı kiram tarafından
mütevatiren iletildiği gibi sünnette aynı ashab tarafından iletilmiştir. Ashabı
kiram hakkında ortaya atılan her şüphe dinin aslı ve temeline yönelik bir yıkım
faaliyetinden başka bir şey değildir.
5-
Şia mezhebiyle yaşanılan ayrılık yüzyıllardır
yaşanmaktadır. Her devir akıllı insanları bu ayrılığın doğru olmadığına dikkat
çekerek Müslümanların birlik ve beraberliğinin gerekli olduğunu söylemişler ve
bunun için elbette çalışmışlardır. Fakat şu hakikat hiçbir zaman
unutulmamıştır: Cemaat olmak demek “ne olursan ol gel” demek değildir. Nitekim Allah rasulu de en yakın akrabaları
oldukları ve akrabalık bağlarının en güçlü olduğu bir topluluk oldukları halde Mekkeli
müşriklerle cemaat olmayı reddetmiştir. Çünkü cemaat olmaktaki en önemli ilke
akide inanç ve ülkü birliğidir. Müşriklerle Müslümanlar arasında böylesi birlik
söz konusu bile olamayacağından müşriklerin de katıldığı bir cemaat oluşumu
asla mümkün olamamıştır.
ŞİİLİK(CAFERİLİK/RAFIZILİK/ONİKİ
İMAMCILIK/İSNA AŞERİYE, İSMAİLİYE VE GULAT)
6-
Şia mezhebi İslam tarih ve mezhep kitaplarının
en önde gelen konusudur. Bu kitaplarda açıklandığına göre bu mezhep Hz. Ali’yi
sevenlerin değil onu istismar ederek onun adını kullanarak İslam ümmeti içinde
tefrikaya sebep olanların meydana getirdiği tepkisel ve duygusal hareketlerin
geneline verilen bir isimlendirmedir. Bunlardan Caferilik imamilik oniki
imamcılık rafizılik aynı fırkanın değişik adlarıdır. İsmailiye bir diğer
koludur; gulat-ı şia denen guruplar “aşırı şii” guruplar olarak kabul
edilmektedir. Dürzilik ve Nusayrilik gulatı şiadandır. Tarihte bilinen
Fatimiler, Büveyhiler, Karmatiler, Alamut kalesi haşhaşileri şii inanca
sahiptiler.
Şiilik
Hz. Ali ve soyundan gelenlerin yolu değildir. Bunlar siyasi asabiyet, taassub
ve siyasi muhalefet gibi sebeplerin şekillendirdiği tepkisel ve duygusal
hareketlerin kendilerini dini bir mezhep olarak üretmesinden ibarettir. Ashabı
kiramı dolayısıyla tabiini bilgi kaynağı olarak görmediklerinden hadis
konusunda ashaptan birkaç kişiyle yetinmek zorunda kalmışlardır. Hz. Hüseyin’in
soyundan geldiğine inandıkları imamların sözleri onlar için kaynak olmuş daha
çok da kendi heva ve hevesleriyle taassup ve nefretleriyle Şiilik dedikleri
inancın altını doldurmaya çalışmışlardır. Hak bir yol olmadığından yüzlerce şii
gurup ortaya çıkmıştır. Oniki imamcılıkla ismaililik arasındaki tarihi ayrım
noktası şia inancının ne denli zafiyet içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Koca
İslam tarihi içindeki seyirleri de son derece hasmane ve düşmanca olduğundan
ümmeti Muhammed için sadece bir fitne kaynağı olup doğuda Moğollar batıda
Avrupalılarla yapılan mücadelelerde hep Müslüman birliğine zarar veren içten
içe Müslümanları zafiyete düşüren unsurlar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Tarihte Fatimi halifesi “Hakimi billah” kendisini (haşa) tanrı ilan etmiştir.
Bugünkü Dürziler onu izleyen şii guruptur. Nusayriler Hz. Ali’yi ilah gören bir
başka şii guruptur. Bunlar en belirgin gulatı şia denen guruplardır. Ehli sünnet
içinde kendini ilah ilan eden bir tane halife değil sultan vali ya da benzeri
bile gösterilemez. Ehli sünnet içinde bazı tasavvufi fırkalar aşırı bazı
görüşlere sahip olsalar da hiçbir zaman tartışmasız kabul gördükleri
söylenemez.
7-
Şii inanç mensuplarına göre Hz. Muhammed’in
vefatını takip eden süreçte onun ev halkına (ehli beyt) haksızlık yapılmış ve
Hz. Muhammed daha sağlığında Hz. Ali’yi yerine atamışken buna riayet edilmemiş
ve ashabı kiram peş peşe süren bu haksızlıkları yapmakta fikir ve amel birliği
içinde olmuşlardır. Onlar ashabı kiramın Hz. Muhammed vefat eder etmez ona olan
sözlerini bozduklarını mal mülk ve iktidar yarışına düştüklerini söylemekte ve
bundan ötürü birkaçı dışında tüm ashabı başta küfür olmak üzere nifak ve fısk
gibi en çirkin vasıflarla anmaktadırlar. Halbuki ehli sünnet inancına sahip
Müslümanlar böyle düşünmezler. Onlara göre Ashabı kiramın Hz Muhammed’in
vefatından sonra iktidar mücadelesine giriştikleri düşüncesi onun vefatından
sonra gelişen olaylar için kötü niyetli bir okumadır. Nitekim Hz. Osman’ın
şehit edilmesi Hz. Ali’nin bu cinayetin arkasından gelen fitne ve iç çekişmelerle
çok sıkıntılarla karşılaşmasıyla başlayan sürece kadar böyle iddialar asla söz konusu
edilmemiştir.
8-
Sünnilere göre Hz. Ali ve onun güzide
evlatları Hasan ve Hüseyin İslam ümmeti için her zaman saygıdeğer bir yere
sahip olmuş kişilerdir. Müslüman cemaat Hz. Muhammed’in ashabının tamamına
büyük bir saygı ve sevgi beslediği gibi o’nun aile halkına da aynen büyük bir
saygı ve sevgi besler. Bunu dile getirmekten de hiçbir zaman çekinmez. Ehli
sünnet Müslümanların camileri Allah Muhammed hat levhalarının yanında Ebu Bekir,
Ömer, Osman gibi sahabeyi kiram’ın isimlerinin yazılı olduğu hat levhaları ile
süslendiği gibi peygamberimizin damadı Ali,
torunları Hasan ve Hüseyin’in isimleriyle de aynen süslenmektedir. Ehli sünnet
Müslümanlar kendilerine ve evlatlarına en çok Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma
isimlerini verirler. Ehli sünnet Müslümanlar Hz. Muhammed’in aile efradını
sevmeyecek olsalardı. Camilerini onların güzel isimleriyle süslemez ve onların
isimleriyle isimlenmezlerdi. Bunun yanında Ehli sünnet Müslümanlar Hz. Muhammed’in
aile halkını sevdikleri kadar onun arkadaşlarını da sever ve saygı duyarlar.
Bunda garipsenecek bir şey yoktur. Ashabı kiram Hz. Peygambere en sıkıntılı
zamanlarında yardımcı olmuşlar onu her türlü kötülük karşısında savunmuşlardır.
O vefat ettikten sonra da onun emanetlerine en güzel şekilde sahip çıkmış ve bu
uğurda “riddet savaşları” başta olmak üzere bir çok savaş ve hadisede can
vermişlerdir.
ŞİİLERİN BAZI İDDİLARI
GADİR-İ
HUM OLAYI VE VEFATTAN HEMEN SONRA GELİŞEN İKİ OLAY: KIRTAS (KAĞIT) VE BENİ
SAİDE BAHÇESİ
9-
Şianın ashabı kiramdan Hz. Ömer’le
ilgili iddialarından biri “varak” olayıdır:
Hz.
Muhammed s.a.v. vefatından önce sıtma hastalığına benzer bir hastalığa
tutulmuştu. Bazen üzerine kovalarla su dökülerek rahatlaması sağlanıyordu.
Bizzat kendisi Hayber’de yediği zehirli etin etkisini ağzında hissettiğini
söylüyordu. Hatta yüzü üstüne bir tülbent almıştı. Acı ve sıkıntı içindeydi. ashabtan
bazıları onun yanındaydı. Kayınpederi Ömer bu kişilerden biriydi. Hz. Peygamber
o ateş acı ve ağrıları içinde kıvranırken bile ümmetinin kendisinden sonra
dalalete düşmesinden endişe duyarak bir kağıt kalem getirilmesini istediği
rivayet edilmektedir. Bunun üzerine arkadaşları kalem ve kağıt getirmek üzere
ayağa kalkmışlardı ki Hz Ömer onları bu fikirden vazgeçirdi. “Kuran ve sünnet
yanımızdadır. Bize öğreteceği kadarını öğretmiştir. Bu acı ve ateş deryası
içinde hala bizi düşünmesi bize olan şefkat ve dostluğundandır. Bırakınız huzur
içinde olsun. Bizim için daha fazla endişe duymasın.” Anlamına gelecek şeyler
söylemiştir. Ashaptan hiçbir kimse bu olayı büyüterek Hz. Peygamberin o gün
o saatte kendi yerine birini tayin etmek istediğini söylememiştir. Çünkü
eğer böyle bir niyeti olsaydı bunu o sıkıntılı anına bırakır mıydı. Baştan
sağlıklıyken yazar çizer söyler açıklardı. Onun bundan korkup çekindiğini
düşünebilir miyiz? Bu mümkün mü? Asla, o kendi yerine bir halife tayin etmekten
daha zorlarını başarmış bir şahsiyettir. Ancak o ashabını bu hususta özgür bırakmak
istemiş ve onların en güzel bir şekilde bu sorunu halledeceklerine inanmış
olmalıdır. Hz. Ömer ise ona acımış ve şefkat etmiş o sıkıntılı durumda bile
ümmetini düşünüyor olmasını anlamış fakat artık buna gerek olmadığını rahat
etmesi, müsterih olması gerektiğini söylemek istemiştir. Bu olayı Şia
büyüttükçe büyütmüş, ajite etmiş ve Hz. Ömer’i bu olay yüzünden (haşa) zalim
ilan etmiştir. Halbuki bu tavır Hz. Ömer’e haksızlıktır. Onu yanlış anlamanın
anlamak istememenin bir sonucudur. Hz Ömer İslam’a ve Müslüman cemaatine vefat ettiği
güne kadar sadık kalmış Hz. Muhammed’in yaptığı gibi onun bıraktığı kitabına ve
ümmetine sahip çıkmış biridir. Kuran’ı toplattıran Hz. Ebu Bekir olarak bilinse
de arkasında Hz. Ömer’in ısrarları vardır. Şiirleşmiş şekliyle “Dicle’de bir
kurt kapsa bir koyunu; adli ilahi Ömer’den sorar onu.” diyecek kadar sorumluluk
bilinci gelişmiş bir sahabidir. Onun devrinde İslam toprakları Bizans
sınırlarına kadar varmış ve Kudüs’ün anahtarını almaya kölesiyle nöbetleşerek
gitmiştir. Bunlar ve niceleri onun hakkındaki gerçeklerdir. Beytülmal (İslam
devletinin hazinesi)in anahtarları elinde olduğu halde hazinenin mumunu
söndürüp kendi parasıyla aldığı mumu kullanan o’dur. Sırtında un ve yağ taşıyarak
fakirlere ulaştıranda o’dur. Onun bu ve benzeri zühd ve takva içerikli halleri
onun hakkında rivayet edilen bazı davranışlarını kötüye yormaya engeldir.
10-
Beni Saide Hadisesi :
Hz. Peygamber vefat etmiş onun yanından çıkan Ebu
Bekir ve Ömer, ashabı kiramı büyük bir perişanlık içinde görmüşler bunun
üzerine Hz. Ömer de etkilenerek “ Muhammed öldü diyenin kellesini vuracağım”
demeye başlamış, Hz. Ebubekir ise tarihi konuşmasını yapmıştır:“Eğer Muhammed’e
tapıyorsanız o ölmüştür Allah’a tapıyorsanız biliniz ki o diridir
ölmeyecektir.” demiştir. Bunun akabinde Ensar’ın ümmetin birlik ve
beraberliğini sağlamak tefrika ve dağılmaya izin vermemek için toplandıkları
işitilmiştir. Bu toplantıya Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde de davet edilmeden
katılmışlar, ve orada hep birlikte ümmetin halifeliğini kimin üslenmesi
gerektiği hususunda tartışmalar yapılmıştır. Bu tartışmalarda Hz. Ali’nin
halife olması gerektiğini söyleyen bir kişi bile çıkmamıştır. Bu tartışma
sırasında Gadir-i Hum’denilen yerde veda haccı dönüşü Hz. Aliye “Ben kimin
mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” denildiği bundan dolayı da yönetimin Ali’nin
hakkı olduğunu söyleyen olmamıştır. Neden yönetim Ali’nin hakkı olduğu halde
kimse bunu dile getirmemiştir?
İşte Şia
mezhebi bu tür sorulara şu feci yanıtı veriyorlar: “- Çünkü hepsi birden
irtidat ettiler, yoldan çıktılar. Hepsi birden hak yolu terk ettiler.” diyorlar.
Peki bu mantıklı bir düşünce mi? Ensar ilk başta Hz Muhammed’e yardım ederken
ne gibi bir dünyalık menfaatleri vardı? Hz peygamberden ve Mekkeli
arkadaşlarından dolayı tüm Arap yarımadası tüm Arap alemi ve acemler
kendilerine düşman olmamış mıydı? Canlarını mallarını namus ve şereflerini hz
Muhammed ve onun inandıkları için tehlikeye atanlar Ensar’dan başkası mıydı? Allah
rasulu ve onun kutlu davası uğruna böyle fedakar olan ensar hakkında dünya
menfaati için birbirlerine düştüler iktidar mücadelesine giriştiler gibi bir
düşünce nasıl yakıştırılabilir? Ehli hak mezhebinde olanlar Ensar hakkında
böyle bir yanlış düşünceyi asla akıllarına bile getirmezler. O zaman Ensar’ın
derdi neydi de Allah Rasulu vefat eder
etmez Beni Saide bahçesinde toplanarak bundan sonra ne yapacaklarına karar
vermek istemişlerdi? Şüphesiz bunda anlaşılması zor olan bir durum yoktur. İyi
niyetli bir okuma bunun ümmetin geleceğini tehlikelerden korumak ümmeti başsız
bırakmamak için olduğunu söyler. Şia bu olayı birinci olaydaki gibi büyütür,
ajite eder ve der ki : “İşte Hz Muhammed’in mezara bile konulmadan iktidar
mücadelesine girişen arkadaşları!” .. Biz de “Allah doğruyu görmek istemeyene neden
göstersin” diyoruz Ehli hak olarak..
11-
“Gadiri Hum” hadisesi:
Hz. Ali
bazen etrafından kendisine sıkıntı verecek hadiselerle karşılaşırmış. Nitekim bazı
rivayetlerde kendisinin şakacı biri olduğu, bu yüzden de bazı sıkıntılara
düştüğü anlatılmaktadır. Böyle bir durum Hz. peygamberin hicretin otuzuncu
yılında yaptığı veda haccı dönüşü de yaşanmış. Olay bu sefer Hz. peygambere de kadar
intikal etmiş. Hz peygamber de hem amcasının oğlu hem de damadı Hz. Ali’nin
bazı kişiler tarafından haksızca eleştirilmesini engellemek ve İslam’ın ilk
günlerinden beri takındığı fedakar tavırları hatırlatarak ona karşı daha
dikkatli olunması gerektiğini açıkladığı sırada: “Ben kimin mevlasıysam Ali de
onun mevlasıdır” buyurmuştur. Bu hadise ve söz gadiri hum denilen yerde olmuş. bunun için
aynı adla anılagelmiştir. Ashab’tan hiç
kimse bu sözün hz. Ali’nin peygamberden sonra halife olmasına yormadığı
herkesin olayı öncesi ve sonrasıyla hz. Ali’yi rahatsız eden kişilere karşı
onları caydırmak için söylendiğini bildiği anlaşılmaktadır. Ancak Şia bu
hadiseyi ve söylenen sözü asırlar sonra hatırlamış – çünkü ehli sünnet
kitaplarında da bulunmaktadır- ve bunun halife tayini demek olduğunda ısrar
edip durmuştur. Ehli hak Gadir-i Hum olayını hiçbir zaman halife tayini
olarak görmemiştir. Mantıklı düşündüğümüz takdirde şunu rahatlıkla
görebiliriz: Hz.peygamber hz. Ali’yi yerine tayin edecek olsaydı ya da böyle
bir niyeti taşısaydı sağlıklı ve en güçlü kuvvetli olduğu zamanlarda onu halife
tayin ettiğini açıklar hatta veda haccından dönerken değil veda hutbesi içinde
ilan ederdi. Sonra neden “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır”
demiştir de açıkça “Sizlere benden sonra bir halife bırakmayı uygun görüyorum.
Kendime Ali’yi halife tayin ettim” dememiştir. Bunu isteseydi yapamaz mıydı.
Çekinmiştir, denirse bundan çekinecek biri hz. Üsame’yi 18 yaşındayken bazı itirazların
olacağını bile bile içinde hz Ebu Bekir, Ömer gibi yaşlı başlı ashabın
bulunduğu orduya kumandan yapmaktan çekinmez miydi? Hakikat şu ki O hak olan
bir şeyi yerine getirmekte asla tereddüt etmeyen biriydi. Ashabının gönlünde
cahiliye düzeninden kalma köleler ve asiller sınıflarının tamamen ortadan kalkmasını
istediğinden eski köle Zeyd bin Harise’nin oğlunu ordu kumandanı yapacak kadar
muktedir biriydi.
ŞİA’IN YERSİZ MESNETSİZ İTHAMLARI VE CEVAPLAR
Şia Ehli
sünnetin tamamını Emevilerle kolkola, onlarla yandaş ve iç içe görür. Halbuki Ehli
sünnet bu tür ithamlardan beridir. Ehli sünnet Müslümanlar arasında Kerbela
faciasını onaylayan bir kişi bile yoktur. Ehli sünnetten hiçbir kimse “yezit”
adıyla isimlenmek istemez. Hz Ali’yle savaşan kişiler sahabi olarak kabul
görseler bile isimleriyle Ehli sünnet arasında yaşatılmazlar. Emeviler ve
arkasından gelen Abbasiler içinde de her halifenin zalim olduğunu söylemek akıl
mantık dışıdır. İslamiyet bu iki devletin sayesinde Avrupa içlerine kadar
yayılmış, Anadolu topraklarına defalarca girilerek bu toprakların ileride
tamamen darul İslam olmasına katkıda bulunmuşlardır. İstanbul’un I.Yezit
tarafından kuşatılması, Bizans için merkezi bir öneme sahip olan Amuriye (Amorion) şehrinin islamiyetin
doğuşsundan sonraki ilk iki yüzyıl boyunca defalarca zabtedilmiş olması bunun
en güzel misalleridir. Abbasiler döneminde İslam dininin sınırları doğuda Çin’e
kadar varmıştı. Türkler Müslüman olmuşlar ve İslam dininin hizmetine
girmişlerdi. İslam tarihi genişçe okunduğunda hem Emevilerin hem de Abbasilerin
büyük bir İslam medeniyeti kurulmasında önemli katkılarının olduğu
anlaşılacaktır. Tüm bu iyi işleri yapan insanları Emevi ve Abbasi olmak
şeklinde yaftalayarak bir hamlede kırmızı kalemle üzerlerini çizmeye kalkmak olsa
olsa Şia’ya yakışır. Zaten bu iki devletin yıkılışının arkasında da şiiler
vardır. Emeviler Şia tarafından desteklenen Hz. Peygamberin amcası Abbas’ın
sülalesinden gelenler tarafından yıkılmış ve bu devrimde binlerce masum insan
katledilmiş, devrimin başındaki Abbas es-Seffah (kan dökücü) olarak nam
salmıştır. Emevi halifelerinin mezarları dahi bu vahşetten nasiplerini almışlar
ve yerle bir edilip yakılmışlardır. Arkasından Şia ile Abbasiler arasındaki
ittifak bozularak Abbas Şia devrimcilerini tasfiye etmiş ve Ehli sünnet
anlayışı temelinde devletini kurmuştur. Bu devlette 500 yıl sonra yine Şia
ihanet ve faaliyetiyle yıkılmıştır. Çünkü bu devletin yıkılmasında Abbasi
halifesi şii yardımcısı İbni Alkame’nin ihanetine uğramıştır. Abbasiler üzerine
yürüyen putperest Moğol hükümdarının baş danışmanı ise yine bir şii olan Nasruddin Et-tusi’dir. Bağdat yağmalanıp
milyonlarca cilt Ehli sünnet kaynağı kitap Dicle nehrine atılıp ya da
yakılırken zevkle seyretmiş, putperest Moğollar eliyle binlerce müslümanın zelil
edilip mahvu perişan edilmesini kendi zaferi olarak görmüştür. İşte Şia ve
Şiilik budur; bugünde aynı rolleri kah Amerika ve İsrail’le; kah Rusya ve Çin’le
kolkola girerek oynamıyorlar mı? Suriye de ölen şii sünni tüm insanların vebali
kimin? Katil Suriye diktatörü şii Nusayri Arap ırkçısı ve kökten laik, baba
Hafız Esad ve oğul Beşşar Esad uğruna Suriye’nin yerle bir edilmesine neden
olanlar kim!? Yine aynı Şia değil mi?
Şia’nın bir diğer ithamı da Ehli sünnet
alimlerine yöneliktir. Güya Ehli sünnet alimleri zalim halife ve sultanlara
boyun eğmişler işleri güçleri onlara şakşakçılık yapmak olmuştur. Şia tam bir
kara propaganda uzmanıdır. Ashaba olan kin ve nefretleri sebebiyle yüzyıllardır
olayları ajite ederek çarpıtarak aktarırlar. Şiilerin mazlum edebiyatı yapmakta
üslerine yoktur. Ehli sünnet alimlerine dil uzatmaları da aynı zihniyetin bir
ürünüdür. Halbuki ehli sünnet alimleri Nizamülmülk zamanına kadar özel
medreselerde halkın desteğiyle ayakta durmaktaydı. Bu durum Nizamulmülk'ün şia
propagandasına karşı nizamiye medreselerini kurarak Ehli sünnete can ve kan
vermek istemesine kadar sürmüştür. Nizamülmülk bu eğitim politikasını canıyla
ödemiştir. Meşhur Şii İsmaili Hasan Sabbah’ın kurduğu Alamut kalesi haşhaşileri
tarafından gerçekleştirilen seri cinayetlerin ilk kurbanı bu büyük Selçuklu
veziri olmuştur. Nizamiye medreselerinden sonra devlet işlerine bu
medreselerden mezun olanlar getirilmeye başlanmış ve düzen sağlanmıştır. Mezhep
kurucusu dört büyük imamdan hiç biri devlet görevlisi olmamıştır. Bunlardan Ebu
Hanife meşhur olduğu üzere kabul etmediği başkadılık teklifinden dolayı
hapishanede işkence altında ruhunu teslim etmiştir.Elbette İmam Ebu Hanife’nin
şöhretli öğrencisi Ebu Yusuf baş kadılık görevini üslenmekle bir devlet
görevine getirilmiştir. Fakat böyle olmadan halkın arasında İslam hukukunun
tesisi nasıl mümkün olabilirdi ki? Devlete doğru düzgün inanca sahip insanlar
sahip çıkmazlarsa bir başkaları mutlaka sahip çıkacaktır. Devlete sahip çıkmak
bir sorumluluktur. Dini dünyevi bir çok faydanın temini ve zararın defi
devletin ayakta durmasıyla insanları adalet ve refah içerisinde yaşatmasıyla
sağlanabilir. Şia özellikle de oniki imamcılar devlet kimin olursa olsun ona
karşı olmuşlar hiç bir zaman samimiyetle bir devlete bağlanmamışlardır. Çünkü
onların batıl inançlarına göre devlet kaybolduğunu ve yüzyıllar sonra yeniden
ortaya çıkacağına inandıkları 12. imam Muhammed el Mehdi tarafından
kurulmalıdır. Bu imamlarının gelmesi için her an dua ederler. Bunun böyle
beklemekle olmayacağını anlayan son dönem Şii Ahuntu Humeyni "velayeti
fakiyh" teorisini geliştirerek fakihlerin İmam Mehdi Muntazar gelene kadar
halka velayet yoluyla idarecilik yapmaları gerektiğini ortaya atmış böylece bu
teori temelinde İran 1979 devriminigerçekleştirmiştir.
Biz şiilerin yukarıdaki ithamlarına cevaba dönersek mesela Ahmet İbni Hanbel 30 yıl süren mihne olaylarında eli sünnet inancını savunmak uğrunda şehit edilmiştir. İmam Malik “zorla yaptırılan beyatin geçersizliğine” dair bir fetva vermesi sebebiyle dönemin Medine valisi tarafından tutuklanıp kırbaçla cezalandırılmıştır. Ehli sünnet alimlerinin hiç biri idareciler zalim ve kötü oldukları zamanlarda kendilerini güvende hissetmemişlerdir. Hele İmam Ebu Hanife’nin imam Zeyd bin Ali’yle olan münasebeti ve ona verdiği destek herkes tarafından kabul edilirken Şiilerin sünni alimlerine dil uzatmaları haddi bilmezlikten başka ne sayılabilir? Asıl zalim sultanlara destek olanlar kendileridir. Şii İsmaili Fatımi halifeliği hatta oniki imamcı şiilerin bile gözbebeğidir. Öyle ki o devleti yıktığı için Selahattin Eyyubi'den nefret ederler. Mısırda kurulan bu devlet her zaman ehlisünnet müslümanlarına karşı haçlılarla işbirliği içinde olmuştur. Defalarca haçlıları müslümanlara tercih etmiştir. Bu günde zalim diktatör nusayri katı laik suriyeli diktatöre aynı zihinsel kodların yardımıyla destek çıkıyorlar. Şiiler hep aynıdır. Hiç değişmemişlerdir. Malesef biz onları tanımakta zorluk çekiyoruz. çünkü iyi niyetimizin kurbanıyız vesselam..
Biz şiilerin yukarıdaki ithamlarına cevaba dönersek mesela Ahmet İbni Hanbel 30 yıl süren mihne olaylarında eli sünnet inancını savunmak uğrunda şehit edilmiştir. İmam Malik “zorla yaptırılan beyatin geçersizliğine” dair bir fetva vermesi sebebiyle dönemin Medine valisi tarafından tutuklanıp kırbaçla cezalandırılmıştır. Ehli sünnet alimlerinin hiç biri idareciler zalim ve kötü oldukları zamanlarda kendilerini güvende hissetmemişlerdir. Hele İmam Ebu Hanife’nin imam Zeyd bin Ali’yle olan münasebeti ve ona verdiği destek herkes tarafından kabul edilirken Şiilerin sünni alimlerine dil uzatmaları haddi bilmezlikten başka ne sayılabilir? Asıl zalim sultanlara destek olanlar kendileridir. Şii İsmaili Fatımi halifeliği hatta oniki imamcı şiilerin bile gözbebeğidir. Öyle ki o devleti yıktığı için Selahattin Eyyubi'den nefret ederler. Mısırda kurulan bu devlet her zaman ehlisünnet müslümanlarına karşı haçlılarla işbirliği içinde olmuştur. Defalarca haçlıları müslümanlara tercih etmiştir. Bu günde zalim diktatör nusayri katı laik suriyeli diktatöre aynı zihinsel kodların yardımıyla destek çıkıyorlar. Şiiler hep aynıdır. Hiç değişmemişlerdir. Malesef biz onları tanımakta zorluk çekiyoruz. çünkü iyi niyetimizin kurbanıyız vesselam..
ŞİİLERİN İNANÇ ESASLARI
Şiilerde de inanılması gereken bir takım
esaslar vardır. Bunlar ehli sünnette “amentü” olarak özetlenen imanın altı
esası gibidir. Şiilerde ehli sünnetteki “kader” inancı yoktur. Ayrıca farklı
iki şeye inanmak gerekir; bunlar : imamet ve takıyye’dir. Böylece ekleme ve
çıkarmalarla Şiilikteki iman esasları
toplam yedidir. İnanç esaslarındaki en önemli unsur Allah’a doğru inanmaktır;
bu da akıllarda doğru bir Allah
tasavvuru yerleştirmekle olur. Doğrusunu söylemek gerekirse bu konu Sünni ya da
Şii her kesim içinde çok önemli hatalara düşenler olmaktadır. Bazı sünni
guruplar Allah’ı el yüz göz vs. gibi organlardan tenzih etmeyerek bila taşbih
ispat edilmeleri gerktiğini kuranda geçen aza/ organ isimlerini mecaz almanın
hatalı olduğunu iddia etmektedirler. Halbuki kanaatimizce bu hatalı bir
düşüncedir. Allah cc için eli vardır gözü vardır vs. ifadeler yanlıştır. Bu
gibi el, göz vs. gibi organ isimleri sıfat bile kabul edilseler bile Allah
onların bu düşüncelerinden münezzehtir. Çünkü el ve göz sıfat olamaz. Sıfat
elin sahip olduğu kudret ya da gözün sahip olduğu basar olabilir.
Sünniler içinde Allah tasavvuruyla ilgili bir
hata da şudur: Allah (c.c.) şirk koşulmadan ibadet edilmeyi hak eden varlıktır.
Ondan başkasına yapılan yalvarıp yakarmalar sünni şii kimden gelirse gelsin
kabul edilemez. Biz Şiilerin “ya hasan ya Hüseyin diye nida etmelerinin şirk
işi olduğunu söylediğimiz kadar sünni tarikatlerdeki bazı noksan akıllıların “ya
Abdulkadir Geylani!” demelerini de şirk işi görüyoruz. Hatta bunları teville
yahut hüsni zanla telif edilemeyecek kadar büyük fecaatler olarak görüyoruz.
Bir şii mollası çıkar televizyonda “ya Allah! Ya da ey allahım! demenin şirk
olduğunu bunun yerine ya hasan ya Hüseyin demenin ya da bunlarla bereber ya
Allah demenin tevhid olduğunu söylerse biz bunun islam’a katıksız düşmanlık
olduğunu ebu cehillerin hoca kılığında ümmete vaaz ettiklerini düşündüğümüz kadar
sünni birileri de kalkıp ümmete “ya şeyhim ya abdulkadir vs. demelerini telkin
ettiklerinde şii mollasına verdiğimiz tepkinin aynısını veririz.
Kitaplara iman:
Şiiler kitap olarak Kuranı Kerim’e inanırlar.
Biz (ehli sünnet) bu konuda Şiilerle elbette aynı inancı paylaşıyoruz. Ancak bu
konuda bizim inancımız gayet açık net ve
berrak iken Şiilerin inançlarında tam tersi bir bulanıklığın olduğu
anlaşılmaktadır. Neden mi? Tarihte Şiilerin çok değer verdiği bazı şii alimler
(mesela Et-Tabersi) Kuran’ın ashabı
kiram tarafından tahrif edildiğini kendisinde ekleme ve çıkarmalar yapıldığını
ileri sürmüşlerdir. Et- Tabersi “Faslul hitab fi isbati tahrifi kitabi rabbil
erbab” isimli kitabında sadece kendi yorumlarından hareket etmemiş bundan daha
çok, çeşitli asırlarda yaşamış şii alim ve müctehidlerin Kuran’ın
eksiltildiğine, bazı ayetlerin çıkarılıp bazılarının eklendiğine dair ileri
sürdükleri savlarını bir araya toplamıştır. Bu tür görüşler onlarda eskiden
beri vardı ancak dağınık haldeydi. Günümüz Şiileri bu kitabı kabul
etmediklerini söyleseler bile adı geçen kitabın Kuran’ın tahrif edildiğine dair
ortaya atılan bir çok görüş ve yorumu bir araya getirmesinden dolayı Şiiliğin
kuran hakkındaki bulanık zihniyetini gözler önüne sermesi bakımından önemlidir.
İran baskılı bazı kuranlarda “velayet suresi”
adını verdikleri bir surenin yazılı olduğu idiaları konunun ciddiyetini
artırmaktadır. Bu uydurma sureyi meşhur kuran tarihçisi müsteşrik Noldke “Tarihul
masahiyf (c.’, s. 102) de nakletmiştir. Önceleri papazlar sonraları ise
Müsteşrikler Kuran’da tahrif ve eksiltme
ekleme iddialarını buna dayalı olarak Kuran’ın vahiy ürünü değil insan kaynaklı
olduğu iddialarını şii yazarlara
dayandırmışlardır. Bunda İslam ve Müslümanlar için nasıl bir maslahat
umulabilir? Bu durum Şiilerin İslam ve Müslümanlığa verdikleri tek zarar
değildir.
Şiilerle kitaplara iman konusunda
uzlaşamayacağımız bir diğer mesele de Hz. Fatıma’ya vahiy indiğini ona “velayet”
suresi adında bir sure nazil olduğunu iddia etmeleridir. Onlara göre imamlar
varken vahiy kesintiye uğramış olamaz. İmamlar vahiy almaya devam etmişlerdir.
Kitaplara iman meselesinde Şiilerle
uzlaşamayacağımız bir diğer konu da ayetlerin tevil ve tefsirleriyle
alakalıdır. Şöyle ki Şiiler kuranın ilgili ya da ilgisiz her ayetinde ehli beyt
içerikli yorumlar yapar dolayısıyla Kuran’ı bir hikaye, övgü ve methiye kitabı
haline getirirler. Bunu kendileri de inkar etmez doğrusunun da bu olduğu
hususunda ısrar ederler. Onlara göre Kuran’ın dörtte üçü ehli beyti anlatmak
için inmiştir.
Şiiler Hz. Alinin yanında bugünkü Kuran’ın üç
misli daha büyük bir kuran daha bulunmakta olduğunu onun takıyye icabı bu
kitabını sakladığını iddia etmişlerdir. Halbuki Hz. Ali takıyye yapmayacak
kadar cesur biriydi. Sonra madem elinde böyle bir Kuran vardı onu neden
halifeliği döneminde yaymamıştır. Demek ki böyle bir şey yoktur. Şiilerin
varolduğuna inandıkları şeylerin tamamen batıl ve uydurma oldukları açıktır.
Bugünkü Şiiler kuran hakkında yukarıdaki gibi düşündüklerini
inkar ederek ithamlardan kurtulmaya çalışmaktadırlar. Fakat tarihi süreç
içerisinde bizzat kendi kitaplarında bu türden rivayet ve yorumların nakledilegelmiş
olması Şiilerin kitaplara iman hususunda bile ehli sünnetle aynı yeri
paylaşamayacağını ispatlamaya kafidir.”
ŞİİLİKTE İMAMET İNANCI
İmamet ümmetin önderliği yöneticiliği
anlamındadır. Bu ismi namazdaki imamlığa benzetilerek aldığı genel olarak kabul
edilmektedir. Bu konu aslında bir inanç konusu olmaktan çok bir “muamele”
konusudur. Şiiler dışında hiçbir mezhep bu konuyu inanç konuları arasında
incelememiştir. Fakat Şiiler ümmetin yöneticiliği konusu bir muamele meselesi
olmaktan çok inançla ilgili bir konu olarak değerlendirmişlerdir. İmamete
inanmak Şiilikte iman inanç esaslarından biridir. Anlamı da ümmetin
yöneticiliğinin Hz. Muhammed’den sonra Hz. Ali ve evlatlarına geçtiğine inanmak
demektir. Onlara göre Hz. Ali Allah tarafından imam olarak belirlenmiş ve Hz
Muhammed bunu ashabına duyurmuştur, fakat ardından gelişen olaylarda ashabı Hz.
Muhammed’in bu vasiyetine, dolayısıyla Allah’ın emrine karşı gelerek (en hafif
ifadeyle) yoldan çıkmışlardır. Hz. Ali’nin 15’e yakın erkek evladı olduğu halde
Şiiler Hasan ve Hüseyin’e Hz. Muhammed (s.a.v.)in kızı Fatıma’dan dolayı çok
önem vermişlerdir. Onlara göre Hz. Hasan ikinci imamdır. Onunda bir çok erkek
evladı olduğu halde imamet ondan evladına değil kardeşi Hüseyin’e geçmiştir. Bu
arada hz. Hasan Muaviye ile anlaştığı ve halifeliği ölümüne kadar ona bıraktığı
için Şiiler tarafından oldukça büyük bir dışlama ve tazyikle karşılaşmıştır. Hatta
bu ittifak antlaşmasını onaylayıp Medine’ye döndüğünde atından inmeden
şiasından biri tarafından dizinden bıçaklanmış, vefatına kadar da bu yaranın
etkisiyle düzgün yürüyemez hale gelmiştir. Hz. Hüseyin’in de birçok kadından
çok çocukları olmuştur. Fakat bunlardan Ali Zeynel Abidin ki annesi İran
kisrasının kızıdır. Bilindiği üzere İranlılarda kisra tanrının yeryüzündeki
temsilcisidir ve soyu kutsaldır. Böylece kendilerince iki kutsal soy Ali Zeynel
Abidin de birleşmiş olmaktadır. İşte üçüncü imam bu zattır. Arkasından oğlu
Muhammed el Bakır’ın 4. İmam olduğu kabul edilmiştir. Bu arada dikkat ediniz
artık imamlıkta Hz. Hasan’ın soyundan olanların esamisi yoktur. Çünkü onun Muaviye’yle
yaptığı ittifak tüm sülalesinin imamet konusunda defterden silinmelerine sebep
olmuştur. Muhammed el bakır’dan sonra imam olarak Cafer bin Muhammed kabul edilmiştir. Caferi
sadık olarak bilinen zattır. Bu zatın iki oğlundan büyüğü olan İsmail genç
yaştayken vefat eder. Bir kısım Şiiler imamet hakkının büyük kardeşte olduğunu
ileri sürerek İsmail’in öldüğüne inanmak istemeyip onun kaybolduğunu ileri
sürerek yeniden ortaya çıkacağına dair akla ziyan bir görüş ortaya atarak
“ismaililer” olarak bilinen bir gurup teşekkülüyle 12 imamcılardan/
Caferilerden ayrılırlar. Cafer b. Muhammed’in diğer oğlu Musa el Kazım yedinci
imam olarak tanınır. Bu babadan oğla geçiş 11. İmam hasan el askeriye kadar
böyle devam eder. Hasan el Askerinin oğlu olmaz. Fakat 12. İmamcılar bunu
kabullenemezler. Bazı rivayetlerde bir oğlu olup vefat ettiği ileri sürülür.
Her halükarda imamete varis bir oğlan çocuğunun olmaması Şiileri kutsal soydan
birinin imamlığına dair ortaya attıkları teoriyle bağdaşmadığından imamın
kaybolduğuna dair önceden İsmaililerin ortaya attıkları teorinin bir benzerini ortaya atmalarına yol açar. Kaybolan İmam(!)
yüzyıl beklenir. Bu döneme küçük kayıplık dönemi denir.bu arada imamın bu
kayıplık döneminde nerede yaşadığı ya da dönüşününde nereden geleceğine ve
neler yapacağına dair akla ziyan bir sürü yorum ve düşünceler ileri
sürülmüştür. Yüzyıllık ilk dönemden sonra imamın dönüşünün uzun olabileceği
düşünülerek daha uzun bekleyişler başlar
ve artık onun kıyamete yakın tekrar döneceğine dair beklenen mehdi olduğu iddialarıyla
yeni bir inanış yaygınlaştırılır. Bu olmayan imamın adı Muhammed Mehdi Muntazar
(beklenen)dır. Şiiler gece gündüz bu imamın çıkışı için dua ederler. Tarihi
süreç içerisinde kendisini 12 imam olarak tanıtan bazı kişler ortaya çıkmış
bunlardan birinin taraftarlarının oluşturduğu doktrin Bahailik adıyla
tanınmıştır. Muhibbuddin Hatib der ki: “ Şiiler tüm Müslümanlardan bu yalana
inanmalarını bekliyorlar ta ki kendileriyle anlaşma ve yakınlaşma olsun.
Heyhat; bu ancak tüm İslam alemi bir akıl hastanesine dönüşürse o zaman belki
mümkündür. Akıl nimetini verdiği için Allaha hamdolsun. Akıl sahih imandan
sonra ne büyük nimet!”
Şiilikte imamlar Allah tarafından
belirlenmektedirler, vahiy alırlar, gaybı bilirler, kainatı yönetir ve onda istedikleri
gibi tasarruf ederler. Onların en mühim
kitapları olan “el Kafi” isimli kitaplarında 12 imam dedikleri insanlara öyle
üstün sıfatlar vermektedirler ki sanki bu kişiler insan değil haşa birer
tanrıdırlar. Muhibbudddin Hatip “El Kafi” deki imametle ilgili konu
başlıklarının şunlar olduğunu aktarmıştır:
“İmamlar meleklere nebi ve resullere verilen
ilimlerin tamamını bilirler” kafi sh: 255
“İmamlar ne zaman öleceklerini bilirler ve
onlar kendi istekleri olmadıkça ölmezler.” Kafi sh: 258
“İmamlar olmuş olacak her şeyin ilmini bilirler
onlara hiçbir şey gizli değildir.” Kafi sh: 260
“İmamlarda bütün kitaplar vardır ve onları
farklı dillerde olmalarına rağmen anlarlar, bilirler.” Kafi sh: 227
“Kuran’ı imamlardan başkası toplamamıştır.
Onlar kuran ilimlerinin hepsini bilirler.” Kafi sh: 228
“Yeryüzünün hepsi imama aittir.” Kafi sh: 407
İmamların olmuş olacak her şeyi bildiklerine
inanan Şiiler Allah hakkında “beda” denen bir inanca sahiptirler. Buna göre
Allah gaybı bilmez. Allah olmadan bir şeyi bilemez. Ne gariptir ki imamları
hakkında onların her şeyi bildiklerini ileri süren bu insanlar Allah hakkında
bunu inkar etmektedirler. Ehli sünnet
Şiilerin bu düşüncelerini reddetmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder