27 Mart 2016 Pazar

TÜRKİYE’YE ACİLEN “DAVET VE EMRİ BİL MARUF” TEŞKİLATI GEREKİYOR!
“İçinizde Hayra( İslam’a) davet eden ve emri bil maruf ve nehyi anil münker vazifesiyle meşgul bir topluluk olsun! İşte gerçek kurtuluşa erenler onlardır.” (Kuran[1])
Son 3-4 yazımı dikkat ettiyseniz hep aynı konuya ayırmış durumdayım. “Davet ve Emri bil maruf ve  nehyi anil münker” konusuna…  İlk yazımda nasıl dilsiz şeytan olunacağını anlattım. Dilsiz şeytanlıktan kurtulmanın tek bir yolunun olduğunu onun da hakkı tavsiye emriyle ilgili olduğunu açıkladım. İkinci yazımda hakkı tavsiyenin üzerinde durdum. Dünkü yazımda ise hakkı tavsiye emriyle aynı boyutta olan emri bil maruf ve nehyi anil münker vazifesinin İslam dinindeki önemini maddeler halinde sıraladım. Şimdi söz şuna geldi. Peki ne yapmalıyız bu vazifeyi yerine getirmek için? İşte asıl soru budur! Ne yapılmalı bu vazifenin ifası  için?!!!
Bence acilen şurayı en önemli aygıtı kılan, ilim adamlarının desteğinde,  geniş katılımlı bir teşkilat kurulmalıdır.  Ve bu teşkilat İslam’a davet ve emri bil maruf ve nehyi anil münker işini ciddiyetle ele almalıdır. Bu teşkilat halkı doğru ve bilinçli bir şekilde irşat ve nasihat faaliyetleriyle din ve dünya ayrımı yapmadan her açıdan doyuma ulaştırmalıdır.
Buradan her kesim samimi müslümana sesleniyorum. Kardeşlerim ! Milletimiz büyük bir manevi boşluk içindedir. Bu boşluğu doldurabilecek tek çare “hakkı tavsiye” ve  “emri bil maruf”  vazifesinin tam olarak yerine getirilmesidir. Bunun yapılması için maddi va manevi olarak toparlanmaya, işi ciddiye almaya ihtiyacımız bulunmaktadır.
Evet.. Kanımca Türkiye’mizde acilen böyle bir teşkilatın kurulması gerekiyor.
Ve bu teşkilat  faaliyetlerine İslam’a davet, emri bil maruf ve nehyi anil münker, halkı irşat ve ümmete nasihat temelinden hareketle yön vermelidir.
Çünkü  bugün ülkemizde İslam’ın bu yüksek ve yüce “davet” kurumunu ciddi anlamda ele alan bir tane bile kuruluş yoktur. Bu iddiamda son derece samimi ve son derece ısrarlı olduğumu baştan söylemeliyim. Sokağa bakınız! Halka Davet ve irşat adına yansıyan hiçbir şey görebiliyor musunuz? Ben bütün samimiyetimle halka ve sokağa yansıyan ciddi bir “davet  ve emri bil maruf” hareketi göremediğimi belirtmek isterim.
Evet bugün bu işi ümmetin içinden hakkıyla yapacak fertlerin ortaya çıkması ve bu vazifeyi üstlenmeleri bütün ümmetin üzerine özellikle de Türkiye Müslümanlarının üzerine farzdır. Bu vazifenin terki ise en büyük vebaldir..





[1] Ali İmran, 104
KURAN VE SÜNNET’E UYMAK
İslam kelimesinin sözlük anlamı teslim olmak demektir. Allah’ın son din için isim olarak İslam kelimesini yani “teslim olmayı” seçmesindeki hikmet gayet açıktır. Çünkü İslam dininin ana konusu Allah’ın kullarının Allah’a teslim olması; İbadet ve itaatlerini yalnızca Allah’a sunması; hayatını ve ölümünü Allah’a adaması ve ondan başka hiçbir olguyu ya da varlığı Allah’ın düzeyinde ona denk ve benzer tutmamasıdır. O zaman İslam dininin yegane ölçüsü Allah’ın sözleri yani Kuranı kerim ayetleridir dememiz gayet yerinde bir hükümdür.
Bu dinde Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in yerini de doğru bilmek çok mühimdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın ayetlerini biz insanlara tebliği eden, Allah’ın ayetlerini hem sözleriyle hem de yaşantısıyla açıklayan son elçidir.
İslam dininde bu ikisinin yeri ve konumu tartışmasızdır. Allah’ın ayetlerini ifade etmek için Kuran veya Kitap; Rasulun sözleri ve davranışları için ise “Sünnet” kelimeleri kullanılmaktadır. Buna göre biz Müslümanların ana ve esas kaynakları “Kitap ve Sünnet”tir. “Allah (c.c.) şöyle buyurdu” ; “Rasulullah (s.a.v.) şöyle yaptı veya söyledi” ifadeleri dinde ana kaynağı oluşturur. Bir müslümanın hayatında en önemli belirleyiciler Arapça ifadesiyle  قال الله  ve  قال رسول الله sözleridir.
 Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Hiçbir mümin erkek ve kadının Allah ve Rasulu bir konuda hüküm verdiklerinde başka hiçbir seçenekleri kalmaz. Herkim Allah ve Rasulune asi olursa gerçekten açık bir sapıklıkla yoldan çıkmış olur.”( Ahzap; 36)
Bu ayeti kerimeden “ Allah ve Rasulu bir konuda hüküm beyan ettiklerinde inanmış / teslim olmuş müminlerin Allah ve Rasulu’nun hükmünü uygulamak dışında hiçbir seçeneklerinin kalmayacağını tam bir şekilde öğreniyoruz.
Ayrıca bu ayet bize bir müminin hayatındaki gerçek ölçüleri açık ve net bir biçimde belirlemektedir. Ölçü Kuran ve Sünnet’tir. Ölçü  Arapça ifadesiyle  قال الله ve قال رسول الله dır. Bunun dışında kalan bütün sözler ancak Kitap ve Sünnet’e uygunluk ve paralelliğiyle değer kazanabilir. Bunlara uyan ve bunlara en yakın ölçüler içerisinde bulunan her söz ve davranış makbul bunlara uymayanlar ise merduttur, reddolunmuştur.
Biz Müslümanlar iş ve problemlerimizin hayırlı bir neticeyle sonuçlanmasını istiyorsak Kuran ve Sünnet’e başvurmalıyız. Rabbimiz (c.c.) şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin! Rasulune itaat edin! Ve sizden( mü’minlerden) olan emir sahiplerine de.. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz o hususu Allah’a ve rasulune arzedin. ( Yani o probleminizi Allah’ın kitabına ve Resulunun sahih sünnetine başvurarak çözünüz.) Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız böyle yapmalısınız. İşte bu sonuç bakımından daha iyi ve daha güzeldir.”(Nisa, 59)
BEŞERİ YASALARDA DURUM
Biz insanlar hayatta birçok ölçüler edinmekteyiz.  Bu ölçüler karşımıza bazen beşeri yasalar, bazen gelenek görenek ve adetler, bazen de büyüklerimizin görüşleri olarak çıkar. Bu gibi ölçüler ancak Kuran ve Sünnet mihengine vurulduğunda doğru ya da yanlış oldukları bilinebilecek şeylerdir. Çünkü bunlar ikinci dereceli ve birincil esasa bağlı kalması gereken ölçülerdir. Bu tür beşeri yasalar Kuran’ın ve Sünnet’in esas olan ölçüleri önüne geçirilemez. Bunları Kuran ve sünnet’in önüne geçirmek isteyenlere Allah (c.c.) son derece şiddetli uyarılarda bulunmaktadır. Mesela şu ayetleri okuyup üzerinde düşünelim:
“ Onlara “Allah’ın indirdiği kitaba gelin ve Allah’ın Rasulu’nun hüküm ve yoluna, onun sünnetine gelin denilince münafık olanların yan çizdiğini ve uzaklaştıklarını görürsün.. Halbuki biz gönderdiğimiz her bir elçiyi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi için göndermişizdir.” (Nisa, 61,64)
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denilince “Biz sadece babalarımızı bulduğumuz yola uyarız derler. Eğer babaları akıllarını kullanamamış ve doğruyu bulamamışlarsa da mı onlara uyacaklar? Kafirlerin işte bu durumları bir çobanın bağırıp çağırmasından başka hiçbir şey duyup anlamayan davarların haline benzer. Sağırdırlar dilsizdirler kördürler akıllarını kullanmazlar.” (Bakara 170, 171)
İnsanların Kuran ve sünnet dışında kendilerine ölçü olarak benimsedikleri bir diğer unsur ise onları Allah’ın ve Rasulu’nun hükümleri üzere yönetmeyen bir takım yöneticilerdir ki bunlara itaat etmek de yasaklanmıştır.
 Kuran şöyle buyurur: “ Allah kafirleri rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara cehennem ateşini hazırlamıştır. Onlar orada ebediyen kalırlar. Kendilerine sahip çıkacak ne bir dost yahut yardımcı bulamazlar. O gün yüzleri ateşin içinde çevrilip dururken:  “ Ne olaydı Allah’a itaat etseydik ve onun Rasulu’ne uysaydık!” derler. Sonra şöyle derler: “Halbuki biz yöneticilerimize, önderlerimize efendi ve büyük saydıklarımıza uyduk. Onlarda bizi yoldan çıkardılar; Hak yoldan saptırdılar. Allah’a itaat ve kulluktan onun Rasulu’ne uymaktan bizi alıkoydular; Ey rabbimiz! Şimdi onlara iki kat azap ver! Ve onları rahmetinden iyice mahrum bırak! Derler.” (Ahzap, 66,67)
 Bu ayetler ve bu bilgiler ışığında müminin hayatındaki yol haritasını öğrenmiş buluyoruz. Müminin asıl kaynakları olan Kuran ve Sünnet’in anayasa olması temennisiyle Allah’a emanet olunuz..


HURAFEYE DEĞİL HAKİKATE GELELİM
Hak din İslam insanlara dünya hayatının geçici süsleriyle aldanmamayı; ahiretteki asıl hayatımızı unutmamayı, yaratanımıza, ailemize çevremize ve kendimize karşı olan  sorumluluklarımızı yerine getirmeyi öğütlemektedir. İslam’ın bizden neler istediğini bilmek için okuma ve öğrenmeye ihtiyacımız bulunmaktadır. Bunun için İslam bilginlerinden/alimlerinden istifade etmemiz boynumuzun borcudur. Öğrendiklerimizi yaşamak, kulak arkası yapmamak, dinleyip itaat etmekse çok mühimdir. Bunu da başarmamız ve hak dinin samimi takipçileri olmamız gerekir.
Hak dinin gönderiliş nedeni insanları içine düştükleri cahiliye düzen ve sistemlerinden kurtarıp yeniden Allah’a kul olmalarını böylelikle de huzur ve barışa, mutluluk ve refaha kavuşmalarını sağlamaktır. İnsanları kullara kulluktan kurtarmak, kulları ilahlaştırılmaktan putlaştırmaktan sakındırmak İslam’ın esas gayesidir. Biz Müslümanlar kim olursa olsun hatta bir peygamber, bir evliya yahut bir kumandan veya bir siyasi ya da dini lider olsun her türlü putperestliği insana tapıcılığı elinin tersiyle reddetmeye en layık bir ümmetiz. Çünkü bizim peygamberimiz insanlara cinlere meleklere vs. tüm mahlukata tapmaktan insanları sakındırmış ve bunun için savaşlar yapmaktan dahi çekinmemiş bir şahsiyettir.
 İnsanları haşa tanrılaştırmak, onlar öldükten sonra bile onlardan medet ummak, çürümüş  kemiklerine yönelerek çağrılar yapmak, onlardan yardımlar dilemek, onlara sığınmak İslam’ın değil olsa olsa batıl inanışların görüntüsüdür. Bu görüntüye sahip bir din İslam dini olmak bir yana kahin ve büyücülerin dini olmaya daha yakındır.  Bu batıl ve hurafeci davranışları İslam’mış gibi göstermekse Allah’a yapılan en büyük iftira ve zulümdür.
Dinimiz İslam; Kitab’a dayalı, sahih /doğru bilgiyi temel edinmiş bir dindir. İslam’ı öğrenip yaşarken dikkat edeceğimiz en önemli husus hurafe bilgi ve davranış yuvası haline gelmiş geleneksel odakları tanımamızdır. Çünkü din adına çağrıldığınız şey eğer bir hurafe ise kazananlardan değil kaybedenlerden olmak kaçınılmazdır. O zaman üfürükçü çevrelerin, hurafeci odakların yalan yanlış yaygaralarına kulak asmamanın bilakis doğru bilgi ve pratiğin peşinde olmanın bu dine ulaşmaktaki en önemli şart olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Rüyalardan ilim öğrendiklerini iddia edenler ya da batın gizli ilimlerden kendilerine de verildiğini söyleyenler, İslam inancına aykırı olduğu halde uydurma rivayetleri okuyup anlatanlar yahut atadan dededen kalma ünvanların arkasına sığınarak din algısı oluşturmaya çalışanlar insanları göz göre göre helaka götürenlerdir.
Bunun yanında İnsanları yalnızca Allah’a kulluğa değil de Allah ile birlikte kendilerine de kulluğa çağıranlar, insanları kullar köleler bendeler edinenler ilahi hidayetten de mahrum bir güruhtur.
Elbette bize dünya ve ahirette kurtuluş verebilecek tek din ve nizam İslam’dır. Ancak şunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız ki okumanın atlanıldığı, öğrenmenin savsaklandığı, doğru bilginin ıskalandığı, doğru bilincin devre dışı bırakıldığı bir İslam, tabelasında “İslam” yazdığı halde içi uydurma ve yalanlarla doldurulmuş bir yapı olmaktan öteye geçemez. Böyle bir yapıdan kurtuluş beklemekse boşunadır. Bunun için İslam’a onun safiyetini kaybetmemiş olmasına dikkat ederek yaklaşmak gerekir. Uçtu kaçtı masallarıyla, efsane kabilinden anılan halk anonimleriyle, uydurma rivayetlerle  İslam’ın gerçek ve hakikat olan varlığını görebilmek asla mümkün değildir. Bundan dolayı efsaneler, hurafe ve masallar, uydurma rivayetler ve yanılgı dolu inanışlar pompalayanlar, öğrenip yaşamayı değil el alıp kurtulmayı hesaplatan, bilgi ve bilinci artırmayı değil körükörüne bağlılıkları artırmayı revaçta tutanlar; İslam’ın şura, emribil maruf nehyi anil münker, ilim, cihat, sabır, istikamet gibi yanlarını bir yana bırakıp yüzyıllardır atadan dededen kalma asılsız temelsiz kaynaksız işleri İslam diye satanlar,  mücadele verilmesi gereken bir başka alandır. Bu alandaki mücadele ise asla kusur kabul etmeyecek bir konumdadır.
 Yarın ahirette elimiz boş kalsın istemiyorsak bugünden doğru bilgiyle doğru pratiğin arasını kesiştirmeli; Okumanın, öğrenmenin, ilmin, bilginin nurunu/ ışığını kararan kalplerimize, yoksullaşan dağarcığımıza tutarak gerçeğin ufuklarına doğru seyreylemeliyiz.




“EMRİ BİL MARUF” HAKKINDA NE BİLİYORUZ?
“Emri bil maruf ve nehyi anil münker”in manası : iyiliği emir ve kötülüğü engelleme faaliyeti demektir. Burada “iyilik” olarak kastedilen şey en başta şeriatın sonra aklın sonra örfün iyi dediği şeylerdir. Şeriat kitap sünnet icma ve kıyas ile belli bir temele oturmaktadır. Akıl da sağlam manevi kir ve hastalıklardan psikolojik rahatsızlıklardan uzak salim bir akıldır. Bu tür akıl da şeriatta delil ve İkinci dereceden bilgi kaynağıdır. Üçüncü olarak ta örftür. Şöyle ki : Yaşadıkları zaman ve zemine göre insanlar hayatlarını kolaylaştırmak için bir sebebe bağlı olarak bazı kurallar koyarlar. Bu kurallar şeriata akla ve mantığa ters düşmedikçe İslam, insanların hayatlarını kolaylaştıran onlara belli bir düzen veren örf gelenek kabilinden bu şeylerle çatışmaz. Mesela giyim kuşam konusunda İslam öncelikle ana kuralları belirler. Elbisesizliği hoş görmez. Fakat bu ölçülerin ötesinde insanların halkların nasıl bir giyim kuşam içinde kendilerini ifade edeceklerini onların yaşam koşullarına bağlı olarak ortaya çıkardıkları örf ve adetlerine bırakır. Örfün anlaşılması için daha açık bir misal verecek olursak otöbüste veya herhangi bir yerde yaşlılara kalkılmasının bir örf olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bir taşıtta ya da benzeri bir durumda yaşlılara yer vermekle ilgili şeriatta bir “nas” hüküm bulunmamaktadır. Fakat bunun kitap ve sünnette bulunmaması dinin bu konuda sukut etmesi gerektiği anlamına gelmemelidir. Çünkü din insanların yaşayışlarını düzgün bir temele oturtarak düzenlemek maksadında olduğuna göre halkın rahat ve düzende yaşaması için insanların akıl bilgi, görgü  ve tecrube ışığında ortaya koydukları örf denen kurallara da itibar eder ve bunların toplum içindeki yerlerini korumak için “maruf” kavramını öğretir. Kuran iyilik kelimesini neden “maruf” kelimesiyle karşılamıştır? Bu gerçekten düşünülmeye değer bir konudur. Bunun üzerinde kısmende olsa düünmenin bizi götüreceği sonuç “maruf”un şeriatın sınırlarından daha geniş bir çerçevede algılanması gerektiğidir. Çünkü şeriat bir toplumun ana/ temel kurallarını belirler. Fakat bir toplum sadece temel kurallarla yaşamaz. Bunun yanında bir sürü ve çeşitli ihtiyaçları olur toplumun. Allah’In kitabı Kuran işte bu gerçeği örf denilen ihtiyaçların ve zaman zeminin ortaya
 “Münker” den anlaşılacak şeyler ise bunların tam tersi istikamette olan şeylerdir. Yani şeriatsızlık, akla muhalefet ve örfü çiğnemek. Bundan insanları alı koymakta dinimizde vazgeçilmez bir görevdir.
Demek ki “maruf” ve “münker” kelimelerinin tanımında etkili olan üç unsur : şeriat, akıl ve örftür.
Emri bil marufun farz sünnet ve müstahabı olduğu gibi nehyi anil münkerinde yasaklanması farz olanı, yapılması mekruh olup yasaklanması vacip ve sünnet olanı bulunmaktadır.
Buna göre Müslümanlara farz olan bir emri açıklayıp onları bu emre uymaya çağırmakta farzdır. Sünnet olan bir emri açıklayıp davet etmek ise sünnettir. Müslümanlara haram olan bir davranışı açıklayıp insanları ondan kaçındırmak farz olduğu gibi bunu yapmamakta günahtır.
Şundan asla şüphe edilmemesi gerekir ki: Emri bil maruf ve nehyi anil münker vazifeleri Müslümanlar üzerine asla göz ardı edemeyecekleri birer dini görevdir.  
Emri bil marufun ayetlerden ve hadislerden birçok delilleri bulunmaktadır.
“Sizden hayra (imana) davet eden ve emri bil maruf nehyi anil münker vazifesini icra eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtulanlar onlardır. Sakın kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra fırka fırka olup ayrılığa düşmeyiniz. Böylelerine büyük bir ceza vardır.” (Ali İmran, 104)
“İşte bunun için İslam’a davet et! ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Sakın o (küffarın) isteklerine boyun eğme! Ve de ki: “Ben Allah’ın indirdiği kitaba iman ettim. Sizin aranızda da adaletle hüküm vermekle emrolundum. Allah bizim de sizinde Rabbinizdir. Bizim işlerimiz bize sizinkiler sizedir. Sizinle bizim aramızda (konu anlaşıldıktan sonra) cedele (lüzum) yoktur. Allah hepimizi bir araya getirecektir. Dönüş yalnız onadır” (Şura, 15)
Ey oğlum! Namazını dosdoğru kıl ve Emri bil maruf ve nehyi anil münker yap! (Bu esnada) başına gelen sıkıntılara da sabret! İşte bu büyük işlerdendir.(Lokman,17)
“Beni İsrail’den kafir olanlar Davut ve İsa b. Meryem diliyle lanete uğratılmışlardır. Bunun sebebi Allah’a isyanları ve (Şeriatın) hududunu çiğnemelerindendir. Onlar yaptıkları kötülüklerden birbirlerini alıkoymazlar da. İşte bu yaptıkları ne kadar kötü! Sen onların çoğunu kafirlerle dost olmuş (kafirleri veli edindiklerini) görürsün. İşte kendileri için önden gönderdikleri (günah) ne kadar kötü bir şey! O önden gönderdikleri Allah’ın onlara gazabı ve azapta ebediyen kalışlarıdır. Eğer onlar gerçekten Allah’a ve onun nebisine ve o nebiye indirilen ayetlere inanmış olsalardı asla o kafirleri dost tutmazlar (veli edinmezler)di. Fakat onların çoğusu elbette yoldan çıkmışlardır.”(Maide, 78)
Allah’ın son elçisi Muhammed El-Mustafa, El- Mücteba Sallalahu aleyhi ve selem de şunları söylemiştir:
“Hayır! Vallahi ya emri bilmaruf ve nehyi anil münker yapar ve zalimin elinden tutup onun hakka doğru ya çevirirsiniz ve onu hak üzere olmaya mecbur kılarsınız ya da Allah hepinizin kalplerini biribirinize benzetir de sonra size –Beni İsraile yaptığı gibi- toptan lanetini indirir.”
(Ebu Davut , Tirmizi)
“Nefsimi elinde tutan Cenabı Allah’a yemin ederim ki, ya emri bil maruf ve nehyi anilmünker vazifesini yerine getirirsiniz ya da yakın bir zamanda yce Allah’ın katından indirdiği bir ceza ile yüzyüze gelirsiniz de duanız bile kabul edilmez…”  (Tirmizi)
“Ümmetim dünyaya tazim ettiklerinde İslamın heybeti ve gücü ellerinden alınır. Ümmetim emri bil maruf ve nehyi anil münker vazifesini terk ettiklerinde ise vahyi ilahinin bereketinden mahrum kalırlar. Ümmetim birbirlerinin arkalarından atıp tuttukları zaman Allah’ın yanındaki tüm kıymetlerini yitirirler.” (Tirmizi)
“Cihadın en üstünü zalim bir sultana (yönetime) doğruyu söylemektir.” (Tirmizi)
“Allah rasulu s.a.v. buyurdular ki: - Bir memleket içinde amelleri peygamber ameli gibi olan 18 bin kişi olduğu halde cezaya ve zaba uğratılmışlardır.
Ashabı kiram – Ya rasulallah, bu nasıl olabilir? Dediler.
Allahın elçisi şöyle buyurdular: “Onlar Allah için kimseye öfkelenmezler; kimseye buğz etmezlerdi. Onlar emri bil maruf ve nehyi anil münker de yapmazlardı.”
Bu görevi her müslüman tek başına yapabileceği gibi emri bil maruf teşkilatları kurarak yerine getirmeleri de mümkündür. Çünkü bir toplumda “emri bil maruf” işini üslenmiş bir teşkilatının olması kaçınılmazdır. Bu işi yapacak kişilerde belli seviyede bir dini /dünyevi kültürün oluşması için eğitim faaliyetleri kesinlikle söz konusu olmalıdır. Başlangıç düzeyinden en ileri düzeye kadar toplumda bu ilahi vazifeyi üslenecek kişiler yetiştirilmelidir. Bu işteki başarı elbette bunu yapmaya girişecek kişilerdeki yetkinlik düzeyiyle orantılı olacaktır. Temennimiz geçmişin büyük ve acı tecrübelerinden faydalanılarak  en az hataya daha yakın çalışmalar yapılmasıdır.


MEVDUDİ'DEN "ZİLLET İÇİNDEKİ MÜSLÜMANLAR" YAZISI

Kardeşlerim! Kendimize Müslüman der, Allah’ın Müslümanlara rahmet yağdırdığına inanırız. Fakat gözlerimizi açalım ve bu rahmetin bize gelip gelmediğine bir bakalım. Bu rahmetten ahiretteki rahmeti anlıyorsanız orada size ne olacağını ölmeden önce bilemezsiniz, ama dünyadaki durumunuzu elbette görebilirsiniz.
Mesela şunu düşünelim: Biz Müslümanlar şu dünyada o kadar kalabalık bir topluluk oluşturmaktayız ki, her birimiz ufak bir taş atsa, bir dağ meydana gelir.
Halbuki Dünya da bu kadar çok Müslüman toplum ve devlet olduğu halde, Dünya Allah’a isyan edenlerin elinde; Boyunlarımız onların pençeleri arasında, onlar nereye isterlerse oraya çevriliyor; sadece Allah’ın huzurunda eğilmesi gereken başlarımız insanlara da eğiliyor; Kimsenin el sürmeye cesaret edemediği şerefimiz şimdi ayaklar altında. Bir zamanlar sadece Allah’a açılan ellerimiz şimdi alçalıp düşmanlarımıza da açılıyor. Bunların yanında  din cahilliği, taassupçuluk, tutuculuk, fakirlik ve zillet bize her yerde yüz karası olmuş vaziyette.
Bu mu Allah’ın üzerimize olan rahmeti! Eğer bu bir rahmet değilse ve daha çok bir lanet ve gazap emaresi ise niçin bize gönderilmektedir. Hem Müslümanız hem zelil; hem Müslümanız hem sömürge. Eğer biz Müslümanlar Allah’ın sevdiği kişilersek nasıl böyle utanılacak hor ve hakir bir muamele görüyoruz?
Eğer Allah’ın adaletsiz olmadığını ve Müslüman olmanın utançla sonuçlanmayacağını söylüyorsanız o zaman İslam ve Kur’an’ı anlayışımızda bir hata olduğunu itiraf etmek zorundayız. Evet nüfus cüzdanlarımızda “İslam” yazsa bile biz Allah’ın bizi orada yazana göre değerlendirmeyeceğini bilmeliyiz. O bizi şunlara göre değerlendirecektir: “Allah c.c. O’nu tanımamız ve O’na nasıl itaat edeceğimizi öğrenebilmemiz için Allah bize Kitabını gönderdi; İçinde ne yazdığını hiç araştırdık mı? Bize nasıl Müslüman olmanız gerektiğini öğretmesi için peygamberini yolladı; Peygamberini düzgünce tanıyıp  anlamaya çalıştık mı? Allah c.c. hangi inanç ve davranışlardan kaçınmamız gerektiğini açıkça bildirdi; Bunlardan kaçınıyor muyuz? Eğer Allah’ın Kitabı ve Peygamberi hakkında hiçbir araştırma yapamadığımızı ve onların istedikleri yoldan yürümediğimizi itiraf ediyorsak, o zaman nasıl böyle rahatça Müslüman olduğumuzu ve onun  iyilik ve rahmetlerini hak ettiğimizi iddia edebiliriz. Bu dünyada ve ahirette iyilik ve rahmet ancak iyi bir Müslüman olup olmamamıza bağlıdır; başka şeye değil.
Bakınız; kendisine “ müslüman” diyen biriyle bunu diyemeyen biri arasındaki tek fark bilgi ve uygulama konusundadır. Mesela Kafirler Kuran okumaz ve içinde ne yazdığını bilmezler; Eğer biz Müslümanlar da onlar gibiysek  niçin bize “Müslüman” deniyor? Kafirler Hz. Muhammed’in öğrettiklerini ve Allah’a ulaşmak için gösterdiği doğru yolu bilmezler; Eğer biz Müslümanlar da onlarla aynıysak nasıl Müslüman olabiliriz? Kafirler Allah’ın öğrettiklerinin yerine kendi isteklerinin peşine giderler. Eğer biz Müslümanlar da onlar gibi hevamıza nefsimize düşkünsek nasıl kendimizden hiç tereddüt etmeden Müslüman olduğumuzu söyleyebiliriz? Kafirler de helal ve haram ayırt etmezler; biz Müslümanlarda böyle davranıyorsak aramızdaki fark nedir? Hakikat şu ki kendisine “Müslüman” dediği halde bilgi ve davranışı bir kâfirinkiyle aynı olan biri açık bir ikiyüzlülük yapmaktadır.

Şimdi yukarıdaki ilk sorumuza gelelim ve bu veriler ışığında konuyu yeniden ele alalım: Eğer biz Müslümanlar da en az kafirler kadar İslam hakkında bilgiden yoksun iseler ve bir Müslüman bir kafirin yaptığı her şeyi yapıyorsa niçin bir kafirden daha üstün ve akıbeti onunkinden farklı olsun ki? Hepimiz bu soru üzerinde ciddi olarak düşünmeliyiz. Sevgili kardeşlerim ! Müslümanlara kafir damgası vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu değil. Kendi kendime soruyorum ve sizlerden de samimiyetle kendinize sormanızı istiyorum: Niçin Allah’ın rahmetinden yoksun yaşıyoruz? Niçin güçlük ve sıkıntılar dört bir yandan üzerimize çökmüş? Neden aralarımız açık ve birbirimizin kanını döküyoruz? Neden kafirler bizi her yerde yönetiyor? Biz Müslümanlar neden dünyanın pek çok yerinde kafirlere bağımlı yaşıyoruz?
Bu durumumu düşündükçe kafirlerle aramızdaki farkın neredeyse sadece isimlerimizde kaldığına ikna oluyorum. Çünkü ona karşı ilgisizlikle, Onun korkusundan yoksunlukta ve ona karşı itaatsizlikte kafirlerden hiçbir şekilde geri kalmıyoruz.
Kurana (davranışlarımız bakımından) yaklaşımımız kafirlerinkiyle aynı olsa bile biz Kuranın Allah’ın Kitabı olduğunu biliyoruz, onlar bilmiyorlar ama onun hayatımızdaki yeri kafirinkinden farklı değil ve bu hepimizin cezayı daha çok hak etmesine yol açıyor. Hz. Muhammed’in Allah’ın Peygamberi olduğunu biliyoruz ama onu izlemeye gelince bir kafir kadar isteksiziz. …İşte bu yüzden Allah’ın rahmetine erişemiyoruz. (Buna göre şu ortaya çıkıyor) biz sadece görüntüde Müslümanız. Gerçek şu ki, Allah’ın hâkimiyetini kabul etmeyenlerin bizi yönetmeleri, bizi her fırsatta utanca sürüklemeleri, Allah’ın en büyük hediyesi İslam’ı ihmal ettiğimiz için cezalandırıldığımızı gösteriyor. 
Öğrenme gereği:
Gerçek bir Müslüman olabilmenin ilk şartı “İslami bilgi”dir. Her Müslüman Kuranı, Hz. Muhammed’in öğütlerini İslam’ı ve İslam’ı küfürden gerçekten ayıran şeyleri öğrenmelidir. Bu bilgi olmadan kimse Müslüman olamaz. Acı olan şu ki bu bilgiyi elde etmek için hiç istek duymuyorsunuz.  Bu da ne kadar büyük bir mükafaatten mahrum kaldığınızı hala anlayamadığınızı gösteriyor.
Kardeşlerim! Bir anne, çocuğu ağlayıp istemedikçe ona süt vermez. Bir insan susadığı ve su aramaya başladığı zaman Allah onu suya götürür. Eğer kendiniz susuzluğunuzun farkında değilseniz su dolu bir bardağın önünüzde durmasının bir faydası yoktur. İlk önce İslam’a karşı kayıtsız kalmakla ne kadar büyük bir kayıpta olduğunuzu anlamalısınız. Mesela bir alkol belasının toplumumuzu nasıl etkilediğini hiç araştırdınız mı? Trafik kazalarının ve adi cinayetlerin büyük bir kısmının sadece bunun neticesi olması hiç mi düşündürücü değil… Yahut bir yılda fuhuş sektörüne akan paralarımızın miktarının devasa bir yekün tuttuğu gerçeği bizi hiç mi ilgilendirmiyor? Ailede hızla yaşanan çözülme ya da sokağın soğuk ellerine teslim edilen nesiller bizden hiç mi sorulmayacak sanıyoruz?
Allah’ın kitabı sizin yanınızda ama siz onun içinde ne yazdığını bilmiyorsunuz. Daha İslam’ın ilk basamağında ezberlediğiniz kelime-i tevhidin size yüklediği sorumluluğu değerlendirmek bir yana daha onun ne anlama geldiğini bile bilmiyorsunuz Bir Müslüman için bundan daha büyük bir kayıp olabilir mi?
Ekinler yandığı zaman meydana gelebilecek zararı bilebilirsiniz; geçiminizi sağlarken doğacak bir kaybın sebep olacağı sıkıntıyı bilirsiniz; mal kaybından kaynaklanan zararı da bilirsiniz. Ama İslam’a karşı kayıtsızlığınızın getirdiği kaybı bilmiyorsunuz.
Bu kaybın farkına vardığınızda mutlaka bu kayıtsızlıktan kurtulmak isteyeceksiniz. Böyle bir istek de Allah’ın izniyle onun lutfuna sahip olabileceğinizi gösterir.
Müslümanlar Kuranı nasıl anlıyorlar?
İslam kardeşleri! “Allah” kelimesine Hz. Muhammed’e gönderildiği gibi asıl şekliyle bozulmadan sahip olan tek şanslı topluluktur. Buna karşılık aynı Müslümanlar “Allah “ kelimesinin inananlara bahşettiği sayısız fayda ve güzellikten mahrum kalma şanssızlığını da yaşıyorlar. Kuran onlara onu okumaları anlamaları ona göre hareket etmeleri ve onun yardımıyla Allah’ın dünyasında O’nun kurallarını yerleştirmeleri için gönderildi. Ve tarih gösterdi ki ne zaman onun gösterdiği şekilde davrandılarsa dünyanın lideri oldular.
Fakat bugün Kuran’ın pek çok Müslüman için yararlı olmayışının nedenleri, onu cinleri ve hayaletleri uzaklaştırmak için evlerinde tutmaları, muskalar içine yazıp boyunlarına asmaları ya da bu muskaları ıslatıp suyunu içmeleri ya da anlamını kavranmadan bir ücret almayı bekleyerek okumalarıdır. Onlar artık Kurandan hayatları için bir öncülük yapmasını beklemiyorlar. İnançlarının ahlaklarının uygulamalarının ve davranış biçimlerinin nasıl olması gerektiğini dost ve düşmanla olan ilişkilerde hangi ölçülerin gözetilmesi gerektiğini, kendilerinin ve çevresindeki insanların haklarının neler olduğunu öğrenmek için Kurana danışmıyorlar artık. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kime itaat edip kime etmeyeceklerini dostların ve düşmanların kimler olduğunu saygının iyilik ve faydanın nerede, utanmak gereken şeyin eksiklik ve kayıp sayılması gereken şeylerin nerede olduğunu ona sormuyorlar. Biz Müslümanlar bu önemli şeylerin cevabını Kuran’da aramaktan vazgeçtik artık. Onun yerine kafirlere müşriklere yanlış yollara sapmış bencil insanlara hatta kendi hevamıza soruyor ve onlar ne derse onu yapıyoruz. (Ama Kurana sormuyoruz) Allah’ı önemsemeyen ve diğerlerinin öğütlerini tutanlara ne olduysa bizlere de o oldu. Şimdi dünyanın her yerinde kendi ektiklerimizin cezasını devşiriyoruz. Filistin’de, Orta Doğu’da Pakistan’da Endonezya’da ve daha pek çok başka yerde.
Kuran bütün iyiliklerin kaynağıdır. İstediğiniz her şeyi istediğiniz kadar verir. Eğer onu cinleri ve hayaletleri korkutup kaçırmak hastalıkları tedavi etmek davanızda başarılı olmak ya da bir iş bulmak gibi basit ve sıradan işler için elinize alırsanız istediklerinizi elde edersiniz fakat sadece onları… Eğer bu dünyada üstünlük ve dünyayı yönetme gücü isterseniz onu da elde edersiniz. Ama eğer elde ettiğiniz okyanustan bir damlaysa Kuranı değil kendinizi suçlamalısınız. Okyanus orada kendinden faydalanmasını bilenleri bekliyor.
…Söyleyin bana, bir doktor reçetesini yakasına iğneleyen ya da bir bardak suda ıslattıktan sonra o suyu içen birine rastlarsanız o kişiye ne dersiniz? Onun haline gülüp onun bir aptal olduğunu düşünmez misiz? Tüm hastalıklarınızın tedavisi bulunan ve doktorların en büyüğü tarafından sizdeki hastalıkları iyileştirmek işçin size sunulan eşsiz reçete olan Kuran a bu muameleler yapıldığında kimse bunun deminkinin aynısı olduğunu kimse düşünmüyor. Kimse böyle bir reçetenin boyna asılmayacağını veya sözlerinin su da ıslatılıp içilmeyeceğini düşünmüyor.
Söyleyin bana bir tıp kitabını alıp iyileşeceğine inanarak onu okumaya başlayan hasta bir insan hakkında ne düşünürsünüz? Ona şaşkın demez misiniz? İşte biz de en yüce iyileştiricinin bütün hastalıklara şifa olarak gönderdiği Kitabı aynı şekilde okuyoruz. Gösterdiği yolu izlemeden, zararlı olduğunu söylediği şeylerden kaçınmadan sadece sayfalarını şöyle bir okumakla hastalıklardan kurtulacağımızı sanıyoruz. O tıp kitabını iyileşeceğini sanarak okuyan kişinin durumuna düşmüş olmuyor muyuz?
Bilmediğiniz bir dilde yazılmış bir iş mektubu alsanız, içinde ne yazdığını öğrenmek için o dili bilen birine gidersiniz. Size önemli bir maddi fayda sağlamayacak olsa bile o mektupta ne yazdığını öğreninceye kadar huzursuz olursunuz. Oysa size âlemlerin rabbi tarafından gönderilen, bu dünyanın ve öteki dünyanın bütün faydalı işlerini size sunan bir mektubu bir köşeye atmış durumdasınız. Onun size ne anlattığını anlamamış olmaktan dolayı da bir rahatsızlık duymuyorsunuz. Bu şaşırtıcı değil mi?
Sonuç:
Allah’ın sözlerinin insanlara sefalet ve usanç vermek ve onlara acı için söylenmediğini bilmelisiniz.
“Kuranı size mutsuz olmanız için göndermedik” (Taha;1,2)
Tam tersine Kuran mutlulukların ve başarıların kaynağıdır. Allah’ın kelamını anlayan bir toplumun utanç ve yenilgi içinde olmasına ve itilip kakılmasına, adeta boynuna bir halka takılmış hayvan gibi yönetilmesine imkan yoktur. İnsanlar böyle bir akıbetle ancak Allah’ın kelamına karşı geldiklerinde karşılaşırlar.
…Eğer bir toplum Allah’ın kitabına sahipse ve hala utanç ve yenilgi içerisinde yaşıyorsa Mutlaka Allah’ın sözlerine haksızlık ettiği için cezalandırılıyordur. Kendinizi Allah’ın gazabından kurtarmanın tek yolu bu büyük günahtan dönüp O’nun Kitabına hak ettiği değeri vermeye çalışmanızdır. Bunu yapana kadar durumunuz asla değişmeyecektir.
 Kurana itaat etmeden Müslüman olamazsınız!
Kardeşlerim! Allah’ın kitabına hakkını verebilmeniz için yapmanız gereken en önemli iki şey gerçek birer Müslüman olmak ve Müslüman kelimesinin anlamını bilmektir. …Her Müslüman ister çocuk ister yetişkin olsun Müslümanlığın ne demek olduğunu hayatına ne gibi değişiklikler ve sorumluluklar getireceğini İslam’ın hangi sınırları içinde Müslüman kalınabileceğini Ve kişinin Müslümanlığını zedeleyecek günahları bilmelidir. İslamiyet Allah’a teslimiyet ve itaattir. Kendinizi Allah’a vermektir. Kendinizi Allah’ın hâkimiyetine teslim etmektir. Eğer hayatınızı Allah’ın söylediği biçimde yaşarsanız Müslümansınız ve eğer hayatınızı kendi kafanıza göre veya Allah’tan başkasının gösterdiği biçimde yönlendirirseniz sizin ki sadece bir iddiadan ibarettir.
Hayatınızı Allah’ın gösterdiği biçimde yaşamak demek O’nun kitabıyla ve peygamberiyle gösterdiği yolu kayıtsız şartsız kabul etmektir. Böylece rehber olarak sadece kuranı ve peygamberin sünnetini izlemek gereği ortaya çıkar. Düşünerek ya da düşünmeden sadece gelenek olduğu için kabul edilmiş olsa bile Allah Müslümanların izledikleri tek otoritedir. Her durumda onun kitabına ve otoritesine başvurur ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiğini öğrenirler. Gösterdikleri yolu hiç tereddüt etmeden izlerler ve onlara karşı olan her şeyi reddederler. İşte kişiyi Müslüman yapan Allah’a böyle bütünüyle teslim olmaktır. Buna karşın Kuranı ve Sünneti izlemek yerine kendi heva ve isteklerine boyun eğenler, Önceki büyüklerinin yolundan giderek içinde bulundukları toplumlardaki adet ve töreleri ölçüsüzce aynen kabullenenler ve davranışlarını Kuran ve sünnete göre düzeltmeyenler ya da “Benim aklıma yatmıyor, atalarımın gittiği yola aykırı; dünya bunun aksi istikamette ilerliyor” diyerek Sünneti ve Kuranın emirlerini terk edenler/ reddedenler kesinlikle İslam’a dâhil değildirler . Böyle insanlar kendilerine  “Müslüman” diyorlarsa büyük bir çelişki içindedirler.
Siz kelime-i tevhidi söylediğiniz an sadece Allah’ın kanununu, hâkimiyetini, hükümdarlığını, itaat edilecek tek varlık olduğunu ve sadece Allah’ın Kitabının ve peygamberi tarafından söylenenlerin doğruluğunu kabul edersiniz. Bu demektir ki Müslüman olur olmaz kendi otoritenizden vazgeçip Allah’ın otoritesini kabul edersiniz.
Müslüman olmayan bir insan düşüncesini değiştirmesi için zorlanamaz. İstediğiniz dini seçmekte, kendinize istediğiniz ismi vermekte özgürsünüz. Fakat eğer kendinizi Müslüman olarak adlandırmışsanız İslam’ın sınırlarından çıkmadığınız sürece Müslüman kalabilirsiniz. Bu sınırlar Allah’ı ve Peygamberinin sünnetini gerçeğin ve adaletin gerçek ölçüsü olarak kabul etmek ve onlara karşı olan her şeyi yanlış saymaktır. Bu sınırlar içinde kaldığınız sürece Müslümansınız, fakat dışına çıkarsanız olamazsınız. Bu şartlar altında yaşamaya devam edip kendinizi Müslüman olarak adlandırmak başkalarına aldanmanız ve kendinizi aldatmanız demektir. 
Kardeşlerim!  Kuran bütün iyiliklerin kaynağıdır. O size istediğiniz her şeyi istediğiniz kadar verir. Eğer onu cinleri ve hayaletleri korkutup kaçırmak, hastalıkları tedavi etmek yahut sınavınızda başarılı olmak ya da bir iş bulmak gibi basit ve sıradan işler için elinize alırsanız belki istediklerinizi elde edersiniz fakat sadece onları… Eğer bu dünyada üstünlük ve dünyayı yönetme gücü isterseniz onu da elde edersiniz. Eğer huzur ve mutluluğa erişmek, gerçek başarının yollarını öğrenmek ya da hayatınızı yeniden dizayn etmek için okursanız onu da Kuran’da bulacağınızdan emin olun. Ama eğer elde ettiğiniz okyanustan bir damlaysa Kuran’ı değil kendinizi suçlamalısınız. Kuran kendisinden faydalanmak isteyenleri ve onun kıymetini bilenleri bekliyor.
Kardeşlerim!  Söyleyin bana, bir doktor reçetesini yakasına iğneleyen ya da bir bardak suda ıslattıktan sonra o suyu içen birine rastlarsanız o kişiye ne dersiniz? Onun haline gülüp onun bir aptal olduğunu düşünmez misiz? Tüm hastalıklarınızın tedavisi bulunan ve doktorların en büyüğü tarafından sizdeki hastalıkları iyileştirmek için size sunulan o eşsiz reçete  Kuran’a bu yanlış muameleler yapıldığında neden hiç kimse bunun az önceki davranışla aynı olduğunu maalesef düşünmüyor. Kimse böyle bir reçetenin boyna asılmayacağını veya şifa veren çarelerinin su da ıslatılıp içilmeyeceğini düşünmüyor.
Allah aşkına söyleyin bana, ya bir tıp kitabını alıp ta onu sadece okumakla iyileşeceğine inanarak okumaya başlayan biri hakkında ne düşünürsünüz? Ona “şaşkın!” gözüyle bakmaz mısınız? Ona “Yanlış yapıyorsun!” demez misiniz? İşte biz de en yüce iyileştiricinin bütün hastalıklara şifa olarak gönderdiği Kitabı aynen bu şekilde okuyoruz halbuki. Yani onun gösterdiği yolu izlemeden, zararlı olduğunu söylediği şeylerden kaçınmadan, yararlı dediklerini yapmadan sadece sayfalarını şöyle bir okumakla hastalıklardan kurtulacağımızı sanıyoruz. Böylece o tıp kitabını iyileşeceğini sanarak sadece okumakla kalan kişinin durumuna düşmüş oluyoruz. Buna karşın Kuranı ve Sünneti izlemek yerine kendi heva ve isteklerine boyun eğenler, Önceki büyüklerinin yolundan giderek içinde bulundukları toplumlardaki adet ve töreleri ölçüsüzce aynen kabullenenler ve davranışlarını Kuran ve sünnete göre düzeltmeyenler ya da “Benim aklıma yatmıyor, atalarımın gittiği yola aykırı; dünya bunun aksi istikamette ilerliyor” diyerek Sünneti ve Kuranın emirlerini terk edenler/ reddedenler kesinlikle İslam’a dâhil değildirler . Böyle insanlar kendilerine  “Müslüman” diyorlarsa da aslında  büyük bir çelişki içinde olduklarını bilmelidirler.
Siz kelime-i tevhidi söylediğiniz an sadece Allah’ın kanununu, hâkimiyetini, hükümdarlığını, itaat edilecek tek varlık olduğunu ve sadece Allah’ın Kitabının ve Onun peygamberi tarafından söylenenlerin doğruluğunu ve değişmezliğini  kabul edersiniz. Bu da demektir ki Müslüman olur olmaz kendi otoritenizden vazgeçip yalnız ve yalnız Allah’ın otoritesini kabul edersiniz.
Müslüman olmayan bir insan düşüncesini değiştirmesi için zorlanamaz. Böyle biri İstediği dini seçmekte ve kendine istediği ismi vermekte özgürdür. Fakat eğer kendinizi “Müslüman” olarak adlandırmışsanız ancak İslam’ın sınırlarından çıkmadığınız sürece Müslüman olabilirsiniz. Bu sınırlar Allah’ı ve Peygamberinin sünnetini gerçeğin ve adaletin yegane ölçüsü olarak kabul etmek ve onlara karşı ve zıt olan her şeyi reddetmektir. Yazımızdan faydalanmış olmanız ümidiyle Allah’a emanet olunuz.   




SİZ HANGİ OYNAŞTASINIZ?!
“Ey insanlar! Allah’ın vaadi haktır. (Cennet ve cehennem haktır. Hesap ve mizan haktır. Ölüm ve ahiret haktır.) Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın! Sakın şeytan sizi Allah’ın merhametiyle yoldan çıkarmasın.” (Kur’an)
Bundan yaklaşık 80-90 yıl öncesine kadar şu dünyada adı sanı anılan, varlık aleminde yer tutan bir canlı değildik. Tıpkı bir yokluk dehlizinin içinde kaybolmuş idik. Bundan sonraki bir yüzyıl içinde de aynen ilk başta ki gibi aynı yokluk karanlıklarının içine girip kaybolacağımızdan şüphe etmiyoruz.
O zaman bugünkü hayatımız neyin nesi? Bugün hayatta olmamızı neye ve kime borçluyuz? Bu kainatı ve içinde biz insanı yaratan yüce Allah bizi bu önemli sorunun cevabından mahrum bırakabilir hatta bizleri şaşkınlık ve bocalamanın içinden hiç çıkarmayabilirdi. Fakat o böyle yapmamıştır. Bizleri niçin yaratıldığını ve bu dünyada ne için hazır bulunduğumuzu elçileri ve onlarla beraber indirdiği kitaplarıyla açıklamış bulunmaktadır. O şöyle buyurur: “Her şeyin sahipliği elinde olan Allah’ın şanı çok yücedir. O her şeye gücü yeten kadirdir. Ölümü ve hayatı dünya da hangilerinizin daha güzel davranış ve ibadetler yapacağını sınamak için yaratmıştır. O çok güçlüdür çok merhametlidir.”(Mülk,2)
“Ey insanlar! Sizi ilk önce topraktan sonra babalarınızdan gelen sudan sonra ana rahmine asılıp yapışıp kalan alakadan yaratan  sonra da analarınızın karınlarından bebekler olarak sizi dünyaya getiren sonra sizi kuvvetli olacağınız bir çağa erişmeniz için büyüyüp geliştiren sonra da ihtiyarlamanız ve vakti belirlenmiş bir ecele kadar sizi yaşatan O’dur. Aranızdan ihtiyarlamadan da vefat edenleriniz olacaktır. Bunları böyle tek tek izah edip açıklıyoruz ki belki düşünür ve hakkı görürsünüz. O hem dirilten hem de öldürendir. O bir şeyin olmasını dilediği zaman yalnız ol demesi yeterlidir, dilediği şey hemen meydana geliverir.(Mümin 67-68)
İşte yukarıdaki can alıcı sorunun cevabı:
Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Ey insanlar!Ben cinleri ve insanları yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan hiçbir rızık (vergi gümrük icra haciz faiz para pul) beklemiyorum beni yedirip içirmelerini de istemiyorum.”(Zariyat,59)
Demek ki sadece kulluk için yaratılmışız. Bu kainat bizim kulluk etmemiz beklendiği için yaratılmış.. Bunca nimetler ayaklarımızın altına sırf bu amaca atfen serilmiş.. 
O zaman bu dünya hayatına sırf oyun eğlence olsun diye gelmişcesine üzerimizdeki bunca gaflet ve atalet nedir?
Niçin rabbimizin ayetlerinden dininden kitabından bi haber yaşıyoruz? Ey inananlar! Neden hiç ölmeyecekmiş gibi sadece bu dünya hayatının fani lezzetlerine koşuyor fakat ahreti unutuyorsunuz?
Hak dini neden ciddiye alarak okumuyor araştırmıyor ancak babaannelerden duyduklarınızla yetiniyorsunuz?
Kuruntularınız uydurma masallarınız neden hak dinin ayetlerinden daha çok rağbet görüyor? Neden efsane ve hurafe tutkunluğumuzun, yalana ve yalancıya olan bağlılık ve sevgimizin ondabirini Allah’ın gökten inzal ettiği ayetlerine göstermiyorsunuz?!
Hak dini duymak öğrenmek gerçekleri gözlerinizle görmek hoşunuza gitmiyor mu?
Allah’ın hak kitabıyla ve hak ayetleriyle hocalar toprağınıza okurken mi tanışacaksınız?
Nedir bu lakayıtsızlık ? Nedir bu umursuzluk? Nedir bu vurdumduymazlık? Nedir bu dünyaperestlik? Nedir bu hal, ey müminler! Siz ne zaman uyanacaksınız?
Sabah namazında uyuyanlar; Öğle namazında işe güce koşuşanlar; İkindi de alışverişte; Akşam maçta; Gece zevkin içinde olan sizler ne zaman uyanmayı düşünüyorsunuz? Nesillerimiz günbegün islam’dan uzaklaşırken siz hangi oynaştasınız!
İçki zina fuhuş kumar hırsızlık dolandırıcılık haramcılık kol gezerken siz nerede ve nasıl kendinizi avutuyorsunuz? Söyleyin Allah aşkına!
Bu saatlerin hesabının sorulmayacağını düşünen varsa yanılıyor. Bu dakikaların bunca nimetlerin hesabı olmayacak zanneden varsa külliyen zarardadır.
Mutlaka silkinmelisiniz/silkinmeliyiz. Mutlaka içinde bulunduğumuz şu hale bir son vermenin çaresine bakmalıyız. Mutlaka Allah yolunda çalışmalıyız;
Okumalıyız okumalıyız, okumalıyız.
Anlamalı ve anlatmalıyız.
Öğrenmeli ve hak dinin yardımcıları olmalıyız.
Canımızla malımızla ilmimizle aile afradımızla hak dini tanımalı ve tanıtmalıyız.
Allah’ın kullarını kullaştıranlara onları kendi bendeleri yapanlara Allah ile kulları arasında distiribütörlüğe soyunanlara hakkı tavsiye etmeliyiz.
 Elimizle, dilimizle, gönlümüzle hakkı desteklemeli ve hak için mücadele sahasına çıkmalıyız.
Ümitsizliğe kapılmamalı, kurtaracağımız bir kişi için bile çok şeyin değişeceğini düşünerek yola düşmeliyiz.
Zenginlerimiz kapitalizmin dizleri çökerten meşum rehavetinden kurtulmalı;
Alimlerimiz hocalarımız Allah için doğru ve yerinde hizmetler için harekete geçmeli;
Avamımız havasımız demeden dört bir koldan küfrün “Tusunami”sini onarmaya başlamalıyız.
Akaidimizi düzelterek ihtilaf ve kavgaları bırakıp işe girişmeliyiz.
 Cemaat cemiyet gurup klik taasuplarının bizi yiyip bitirmesine karşı gelmeli; hamlık ve acemiliğin tecrubesiz kollarına teslim olmamalıyız.
Okumak hareket ve sabır ilkeleriyle yola düşmeliyiz. Gelecek günlerin eylem ve sabır günleri olacağını unutmadan ilerlemeliyiz..





toplumsal bir hastalık olarak “TAKLİTÇİLİK
Alimlerimiz bir müslümanın bilgiyi elde edebileceği 3 kaynaktan bahsetmişlerdir. Bunlardan biri akıl, diğeri 5 duyu, diğeri de vahiydir. Bir müslümanın hayatı için ölçü alacağı bu kaynakların içinde “taklit” bulunmamakta hatta olumsuz anlamdaki taklit şiddetle yerilmektedir.
Taklit bir insanın bir başkasının yaptığı herhangi bir işi o davranışın doğru olup olmadığını düşünmeden aynısı tekrarlaması demektir. Taklitte zihinsel düşünsel akli bir işlem söz konusu değildir. Tamamen görmeye ve gördüğünü aynen yapmaya dayalı bir durumdur taklitçilik. Atalarımızdan anane ve geleneklerimizden ya da yabancı kültürlerden bize intikal eden söz ve davranışları aynen yaşayıp muhafaza etmekte toplumsal taklitçiliğin bir tezahürüdür.
Kur’an şöyle der:
“Ve onlara Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, dediler ki: Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarırız. Ataları bir şeye akıl erdirememiş, doğru bir yola gitmemiş oldukları halde de mi? -onlara uyacaklar-
İlâhî rehberliğe uymayı reddedenlerin vaziyeti bir davar sürüsüne benzetilebilir ki, orada sürücü çağrıda bulunur. Fakat sürü, bağrışma ve feryat sesinden başka bir şey duymaz. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Onun için hiçbir şey anlamazlar.”
( Bakara,170)
Geleneksel ya da modern taklitçilik, din ilminin öğretilmediği, dini cehaletin kol gezdiği her toplumun en belirgin özelliğidir. Doğru bilgi ve bu bilgiden kaynaklanan davranış; düşünme ve düşünceyi besleyecek kültürel birikimden yoksunluk taklitçiliğe kapı açan en önemli sebeplerdir.
Taklitçi toplumlarda taklitçi davranışları sorgulamak için sorduğunuz “neden?”veya “niçin?” suallerinin cevabı “bilmiyorum, herkes yaptığı için.” türden cevaplardır. Halbuki bir davranışı herkesin yapması o davranışı aynen sürdürmek için yeterli olamaz. Fakat taklitçi toplumun bireyleri akıllarını kullanmadan gördükleri şeyleri aynen uygulamayı topluma ayak uydurma ve toplumla birlikte yürüme sanırlar. Kuran da bu husus son derece önemsenerek defaatle uyarılar yapılmıştır:

Ve onlara, Allah Teâlâ'nın indirdiğine ve Peygambere (sünnetine) geliniz denildiği vakit "Babâlarımızın yapıyor olduklarını gördüğümüz şeyler bize yeter" derler. Ya babaları hiçbir şey bilmiyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyseler de mi? (Maide,104)
“Onlara; "Allah'ın indirdiğine uyun!" dense; "Hayır biz babalarımızın üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı?
İşte böyle senden önce hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın şımarık ileri gelenleri: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" dediler.
 "Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da yine babalarınızın yolunu mu tutacaksınız?" deyince. Dediler ki: "Doğrusu biz seninle gönderileni inkar ediyoruz." Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” (Zuhruf 21-25)

 Buna göre bir müslümanın hayatta ki en önemli ölçüsü Allah’ın kitabı ve O’nun elçisinin sünneti(yolu)dur. Bunun dışında onun için değişmeyecek hiçbir ölçü olamaz. Atalardan babalardan dedelerden bize kalan bir davranış, düşünce ya da yaşam biçimi yahut dışarıdan bize empoze edilmeye çalışılan bir hayat tarzı eğer Allah’ın katından indirdikleriyle uyumlu ise makbul ve geçerli olur. Allah’ın indirdiğine Kuran’a ve Onun Rasulu’nun yoluna zıt olan hiçbir gelenek ya da yeniliğin değeri yoktur olmamalıdır. Bir Müslüman Allah’ın ölçüsüne uymayan her hangi bir görüş, düşünüş, davranış ya da hayat tarzını asla benimsememeli ve kesinlikle sürdürmemelidir. Buna göre bugün özellikle atalarımızdan gelenek görenek olarak devraldığımız yahut batılılardan aktardığımız inanç, fikir ideoloji ve davranışlarımızı gözden geçirmek ve hakla batılın; doğruyla eğrinin; hurafeyle gerçeğin arasını mümkün olduğunca ayırt etmek bizlerin en önemli görevidir.



TEVHİDİ DEĞİL TEFRİKİ BİR FİTNE :TEKFİRCİLİK
Ben bu yazıyı pazartesi eline kitap alan; Salı ders vermeye başlayan; Çarşamba üstad kesilen; Perşembe de ise eline meş’um bir damga alarak herkese kafir diye basan gençler için yazdım.
Dikkat etmiyoruz. Önemsemiyoruz belki de... Fakat dikkat çekici bir biçimde tekfircilik hastalığı ümmetin içinde yayılıyor. Malesef bu hayra alamet değil.
 Tekfircilik ne demektir? Sorusuyla başlayalım. İslam tarihinde de haricilik[1] olarak kendini gösteren tekfircilik aslında gerçek bir hastalıktır. Aynı zamanda bilgisizlik ve tecrubesizliğin, dini anlamadaki hamlığın bir göstergesidir. Tekfircilik bir aşırılık ve haddi aşma olayıdır. Tarihte bugünkü tekfircilerin ataları hariciler Hz. Ali gibi bir allameye zahit ve mücahide bile kafir diyerek saldırmışlardı. Hz. Ali bunları savaşlarda yendiği halde canını bu katillerin ellerinden kurtaramamış ve bir gün sabah namazında camide şehit edilmiştir. Aynı hariciler Ammar bin Yasir’in oğlu ve hamile karısını hunharca katletmişlerdi. Tarihte haricilerin nasıl bir kafa yapısında olduklarını anlatmak için çok ibretlik bir olay nakledilir. Bir gün hariciler yolculuk eden bir müslümana rastlarlar. “sen kimdensin?” derler. Müslüman düşünür bunların harici olduklarını anlar ve – “Ben hrıstiyanım.” Der. Ellerinden kurtulur. Çünkü Ali taraftarıyım da dese Muaviye tarafındanım da dese sonunun aynı olacağını bilmektedir. Ancak hristiyan olduğunu söyleyince ellerinden kurtulur. Bu hikaye sadece bir hikaye değildir maalesef hikayeden çok daha önemli bir hakikattir.  
Hariciler aslında ibadete düşkündürler. Hz. Peygamberin tarifiyle, "Sizden biri onların namazı yanında kendi namazını, onların orucu yanında kendi orucunu küçük görür. Lakin onların imanı boğazlarını aşmaz."[2] Şatıbî'nin yorumuyla, yani okuduklarını anlamazlar.[3] Sert tabiatlı kıt anlayışlı insanlardır. İslam’ı da bu kıtlık ve sertlikten doğan bir çeşit yorumlamaya tabi tutarlar. Onların söylediklerini kabul etmediğiniz zaman sizi küfürle itham ederler. Kanınızı malınızı helal görürler.
Bir gün Hz. Peygamber ganimet dağıtırken biri çıkar, "Ya Muhammed, adil ol! Adaletle dağıtmadın!" der. Kıpkırmızı olan Hz. Peygamber "Ben adil olmazsam daha kim adil olur?" der ve şunu bildirir: "Dikkat edin, bunun neslinden (bu cinsten) ilerde bir kavim zuhur edecek. Okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar."[4] Buyurmuştur. Çok geçmemiş bu tür insanlar Hz. Ali devrinde ortaya çıkmış O büyük insanın enerjisini kendileriyle savaşmakta tüketmesine sebep olmuşlar, ümmetin içinde asıl ayrılığa ve saltanata yol açan kişilerin güçlenmesine sebep olarak ümmete büyük zarar vermişlerdir. Ümmete ayrılık tefrika ve anarşiden başka bir katkıları olmamıştır.

Tekfirciliği azımsamak küçümsemek basit bir hastalık görmek yanlıştır. Bazı hastalıklar vardır fiziki değildir. Fakat fiziksel hastalıklardan çok daha tesirlidir. İşte ben tekfirciliği böylesi hastalıklara benzetiyorum. İslam’ın önündeki engellerden biridir bu hastalık. İfrat ve tefritin bir tarafıdır. İslam’ın önünde tıpkı başta örneğini verdiğim hurafeci taifelerin zararı gibi zararlı bir haldir. Çünkü bu kişiler İslam’ın kendilerinde olduğuna inandırılmış; hiçbir İslami ya da insani fikre tahammülü olmayan aşırı fanatik tiplerdir. Genç ve cahillerden oldukları için kullanılmak konusunda çok zafiyet içindedirler. Kendilerini frenleyecek bir mekanizmaları yoktur. Halbuki bu hayatta insana da toplumlara da ilerlemek için gaz pedalı gerektiği gibi yeri gelince durmak yavaşlamak için bir fren mekanizması da gerekir. İşte bu tipler bundan mahrumdur. Frensiz arabadır bunlar. Sonları bir uçurumdan yuvarlanmaktan başkası değildir.
Tekfircilik sadece Türkiye’ye mahsus değil. Dışarıda kopan gürültüden haberimiz bile yok çoğu zaman. Fakat bu konuya Alimlerimiz zaman zaman ne kadar eğilseler de bir gerçek var! Halkın din konusundaki talepleri karşılanamıyor… Diyanet, cemaatler ve tarikatlar aynı bir paratöner gibi enerji ve elektriği toprağa veren aygıtlar gibi çalışıyor. Kendi kendine kalan gençlik ise tekfirciliğin ağına düşüyor. Bu durumun vahameti çok açıktır. Tekfircilerin öğrettiği ilk kurallar mı? Çok basit (!) şeyler:
1-    Her oy kullanan kişi kafirdir.
2-    Memur olan kafirdir.
3-    Asker olan kafirdir. Yani her asker olan asker olduğu için kafirdir.
4-    T.C. ‘nin imamları memur oldukları için kafirdirler.
5-    Tarikatçiler ve cemaat mensupları kafirdir.
6-    Cumaya gidenler sistemi ve imamını kabul ettikleri için kafirdir.
7-    Kafirler zaten kafirdir.
Eskiden vergi verene de kafir derlerdi. Devlet şimdi her şeyden vergi aldığı için bu görüşlerinden döndüler. Hırsızlık bile caizdi bunlara göre. Çünkü kendilerinden çaldıkları adamlar Müslüman değildi ki(!)
Bu düşüncelere kapılanlar nasıl yaşarlar? Öyle ya bunlar hayatlarını nasıl sürdürüyorlar belki merak edersiniz ; Bu merakınıza bir kelimeyle cevap verebilirim. -Tekfir ederek yaşıyorlar. Herkese karşı büyük bir samimiyetsizlik, kaypak bir haleti ruhiye ile hayatlarını sürdürüyorlar. Çok yazık diyorum bu hale düşenlere. Dahasını merak edenler için bir fıkradan yardım almak istiyorum. “İki tekfirci sokakta yürüyormuş. Birden kırmızı ışık yanmış ve biri diğerine -Hadi Tağut’un kanunlarına itaat küfürdür; geçelim! demiş. Öbürü -ne var canım kırmızıda geçip canımızdan mı olalım; deyince, “geçelim” diyen öbürünü hemen tekfir ederek yolunu ayırmış.”  Bu gülünç şeyler bu tip insanların düştükleri zavallı hali gözler önüne seriyor.
 Bu düşüncelere sahip olanların İslam’a yapacakları zerre bir katkı olamaz. Zararları ise çok olur. Bu düşünceyi ilim sahipleri doğru yöne kanalize etmelidirler. Bu gençlerin böyle savrulmasına kimse göz yummamalıdır. Ne Mürcie akidesi -ki imanı nakzedenleri dikkate almadan herkes mü’mindir der-; ne de Harici akıdesi -ki kendileri dışında herkes kafirdir der- hak yol değildir. Bunun ikisinin ortasındaki “ehli sünnet” yolu haktır. Ehli Sünnet’ten kastım felsefe ve mistizm cereyanlarından etkilemeyen Kur’an ve sünnet merkezli olanıdır. Yoksa ellerini türbelere uzatan bir çok kişinin de ehli sünnet iddiasında bulundukları da unutulmamalıdır.
Bugünkü tekfirciliğin geçmişteki haricilikten hiçbir farkı yoktur. Kendilerine yapılan haricilik ithamlarını reddetseler de bugün kimlerin tekfirciliği meslek edindikleri çok açık bir durumdur.
Ayrıca şunu da belirtmek istiyorum. Bu fikirlere sahip kişiler yukarıdan beri anlattığım tarzda ilimsizlik, cehalet, tecrubesizlik, gençlik, heyecan vb. zaaflarla malul olduklarından tam kullanıma elverişli tiplerdir. Bu açıdan aczimendilikten bir farkı yoktur. Elleri sopalı uzun saçlı tarikat fanatiği kişiler 28 şubatta paşalarımız için bulunmaz hint kumaşı gibiydi. Kullanıldılar sonra çöpe doğru sallandılar. Aynı tehlike her zaman için geçerlidir. Guruplaşan herkes kendisini bu tehlikeden asla uzak görmemelidir. Kullanılma olayı her zaman pusuda bekliyor. Fakat tekfirci hareketlerin bu oyunlara düşme oran ve ihtimali her zaman daha yüksektir. Çünkü fikir müsait bir zeminde duruyor.

Bu ülkenin aklı başında aydın ve bilgili içi sızlayan tüm fertlerini tekfircilikle mücadeleye davet ediyorum. 17-18 yaşlarındaki gençler resmen kandırılarak bu tekfirci ağlarına düşürülüyor. Bakıyorsunuz babasına anasına kafir diyen acımasız cahil kaypak vicdansız insanlar ortalıkta ona buna kafir damgasıyla geziyor. Abi baba amca büyük küçük demeden ezberledikleri küfür kelimesiyle saldırıyorlar, akrabalık bağlarını, insaniyet bağlarını kaldırıp atıyorlar. Kendilerinden başkasına ne selam veriyorlar ne de alıyorlar. Ne davet, ne emribil maruf ne hikmet ve ilim ölçüleri diye bir şey yok bunlarda. Bunun için bir şeyler yapılamalı ve bu itikadın bozukluğu ortaya konulmalıdır. Son günlerde Hasan Karakaya Hoca’nın akaid ile ilgili son kitabında bu konuya değindiğini işittim. Elime geçen ilk fırsatta bu kitabı alıp okumayı düşünüyorum. Bu işe önem verenlere tavsiye ederim. 



[1] İslam tarihi’nde vuku bulan "hakem olayından" sonra bir kısım insanlar "sen insanları hakem olarak kabul ettin. Halbuki hüküm ancak Allah’ındır" diyerek Hz. Alinin saflarından ayrılırlar. Bunlara "hariciler" denir.
[2] Buhari, Menakıb, 25; Müslim, Zekat, 147; İbnu Mace, Mukaddime, 12
[3] -Şatıbî, el-İ'tisam, s. 403
[4] Buhari, Megazi, 61; Müslim, Zekat. 144-146; İbnu Hanbel, III, 4
MEZARDAN ÇIKARILAN İLİM
Bilemezsiniz bazen yanı başınızda yaşayan bir tarih vardır fakat bazan siz bundan habersizsinizdir. Büyüklerimizde  ibretlik bir çok deneyimler bulunur. İşte benim hatırasını yazmak istediğim kişi kendisinden akaid, fıkıh ve feraiz dersleri aldığım kıymetli hocam Ali Küçüker’dir. Bugün yetmişini aşmış olan hocam tek parti döneminin en soğuk günlerini yaşamış biri olarak hala aramızda ve ilmi faaliyetlerini sürdürüyor. Hocam bundan 50 sene önce Lütfi Doğan hocamızdan icazet almış. İlim aşkı, okuma azim ve hırsıyla dolu olan hocam okuduğu o günlerde İslami ilim kitabı bulamamaktadır. Çünkü artık Arapça kitap basılmamakta ve talep olmadığı için ticareti de kolaylıkla yapılamamaktadır. Hocamız o yıllarda Erzincan’a bağlı bir ilçede bir alimin vefat ettiğini ve ilçe müftüsünün de büyük bir ümitsizlikle “Artık bu kitapları okuyan olmaz!” diyerek İslami Arapça eserleri ilçenin kabristanına gömdürdüğünü öğrenir. Hocam kitapların gömülü olduğu ilçeye doğru yola çıkar. Tanıdıklar vasıtasıyla kitapların gömülü olduğu mezar bulunur. Kazma kürek çalışılarak tekrar kitaplar günyüzüne çıkarılır. Aradan bir iki hafta geçtiği için toprağa değen kitaplar küflenmiştir. Toprak kokmaktadır. Fakat koca kütüphane aynı yere gömüldüğünden arada kalan; yağmur ya da küfün etkilemediği eserler hocamız tarafından seçilir. Mezar eskisi gibi kapatılır.
Bu olay bize aslında çok şey söylemektedir. Bugün bize ilimden bir takım kırıntılar ulaştıysa gayretli azimli ve çalışkan kişilerin sayesindedir. Tek parti devrinde İslam ilimleri öylesine aşağılanmıştır ki bir müftü bile soğukkanlılığını kaybedip artık geri dönüş olamayacağını düşünerek bir alimin kütüphanesini ilçe mezarlığına gömdürebilmiştir.
Bugünün kitap eser bolluğuna baktıkça hocamızın yaşadığı o çile aklıma gelir ve kendi kendime bu günlere kolay gelinmediğini söylerim.


İTTİHATÇILARIN ÇARKINA ÇOMAK SOKAN BİR KAHRAMAN “HOCA RASİM EFENDİ”
İttihat ve terakki partisi..  Bu topluluk adına parti (cemiyet) dediği halde aslında bir parti olmaktan ziyade fikriyle pratiğiyle ümmeti perişan eden haydut çetesiydi. Bazen bir yer altı örgütü bazen bir cinayet ya da haydutluk şebekesiydi. Yazık ki münafıkça davranışları sebebiyle – ki en iyi becerdikleri işti- bazı hocaları bile yanlarına almayı başarmışlardı. Bunlardan kimisi yarı yolda kimisi daha işin başında bu azgın ve soysuz çeteyi tanıyıp yollarını ayırmakta tereddüt etmemiştir. Aralarında aldanmış çok kimse de bulunmaktaydı. Bugün maalesef kendilerine büyük alim büyük şair diye baktığımız ve saygı duyduğumuz bir çok kişi bu nifak ustalarına aldanmaktan geri duramamıştır. Bunlara elini veren kolunu kurtaramamıştır. Cumhuriyet dönemi Adalet bakanı olan  Seyit Bey bunlardan biridir. Güçlü bir Usulu Fıkıhçı olan Seyit Bey İslam hukukuna ve Türk adetlerine uygun bir medeni hukuk hazırlarken apar topar emekli edilmiş son günlerini yalnızlık pişmanlık ve hayal kırıklıkları içinde tamamlamıştır. Halbuki kendisi Hilafet gibi İslam’ın can damarı bir müessesenin  kaldırılması için gayet iyi kullanılmış biriydi. Kullanıldı işi bitince de malum yere gönderildi. Seyit Bey gibi niceleri. Müfessir Konyalı Mehmet Vehbi de bunlardan biridir.   O da son günlerini pişmanlık ve hayal kırıklıkları içinde tamamlayan ittihatçılardandır.
Siyasete ittihatçılıkla başlayıp kısa sürede bu aşağılık komployu tanıyan ve bunun için büyük bedel ödeyen biri vardır ki biz onu hiç tanımayız. Şehit edilmiş bir çok aydın ve alim İslam aliminin aksine o şehit edilmemiş bunun yerine 4 yıl ittihatçıların, 8 yıl da İstiklal mahkemelerinin zulüm  dolu kararlarıyla zindanlarda çürütülmüş aydın ve alim bir zattır.
İtiraf edeyim ki bu zat hakkında eğer İslam ansiklopedisinde bir bilgi bulunmasaydı benimde haberim olmayacaktı maalesef. Fakat tesadüfen karşılaştığım biyografisini okudukça beni bir heyecan sardı. Ansiklopedide kendisine ayrılan üç sayfalık biyografisini su içer gibi okudum. Kaynaklarına varana kadar gözden geçirdim ve bu kaynaklardan hangilerini bulabileceğimi düşünmeye başladım. Bu zatın birkaç tanede olsa kitaplarının ve hatıratının o günler ve ittihatçılıkla ilgili çok doyurucu malumat barındırdığından şüphe duymuyorum. Celal Bayar bile bundan müstağni kalamamış ki hatıratında (“Ben de yazdım” s.160- 161) Hoca Rasim Efendinin hatıratından bölümler nakletmiş bulunuyor. Ali Birinci’in kaleme aldığı biyografisini özetleyerek ve yorumlayarak sizlerle paylaşmayı bir görev sayıyorum.
Kısaca Hoca Ahmet Rasim Avni Efendi Kimdir?
Son devir Türk fikir ve aksiyon adamı olan dersiam (profesör)  Ahmet Rasim Avni Efendi 1880 de bugün Giresun’a bağlı olan  Şebinkarahisar’da doğdu. 1892 de rüştiye den mezun oldu. 1896 da İstanbul’a gelen Ahmet Rasim Efendi Medrese tahsiline başladı. 1905 de Beyazıt Camiinde dersler vermeye başladı. Aynı yıl Osmanlılardaki ilk üniversite olan Darul Funun’un Ulumu Aliyeyi Diniyye (Bugünkü ilahiyat Fak.)den mezun oldu. O devir deki herkes gibi Ahmet Rasim Efendi de İttihatçıların göz boyayıcı vaatlerine aldanarak İttihatçı ve meşrutiyetçi olmuştu. İdare azası sıfatıyla İttihat ve Terakkiye bağlı Cemiyyeti İlmiyyeyi İslamiyye’ye girdi; ayrıca merkez-i Umumi rehberliği vazifesini de üstlenmişti. Bir yandan Fatih dersiamlığı yapıyordu.
Ahmet Rasim Hoca İttihat Terakki merkezi umumi (bugünkü MKYK) üyelerinin büyük bir kısmının din hakkındaki olumsuz kanaatlerini ve birçoğunun farmason olduklarını öğrenince bu teşkilatı bıraktı. Bundan sonra kendisini  İttihatçıları dikkatle takip etmeye, İslam ümmetine kurdukları her komployu deşifre etmeye ve milleti uyarmaya adadı. İttihatçıların politikalarını yolsuzluklarını çeteci faaliyetlerini şiddetle eleştiriyordu. Bu ve benzeri siyasi karşıt görüşleri sebebiyele ölüm tehditleri aldı. 31 mart vak’asında halkın ve askerlerin yanında yer aldı ve taleplerini meclisi mebusana iletme görevini üslendi. Bu olaydaki rolü sebebiyle müebbed hapse mahkum edildi. 4 yıl hapishane hapishane dolaştırıldı. Basında hakkında çıkan olumlu yazılar ve baskılar sebebiyle serbest bırakıldı. 1916 da tekrar dersiamlığa geri döndü. İttihatçıların 1. Dünya savaşı sonrası yurt dışına kaçmalarından sonra Darul Hikmetil İslamiyye’nin üyesi yapıldı. Hoca Rasim Efendi o günlerde yazdığı bir gazete yazısında ülkenin uğradığı felakete,  toplumun zulüm ve haksızlık karşısında susmasının, Ülkeyi savaşa sokanlara ses çıkarmamasının sebep olduğunu yazıyordu. 2 meşrutiyet sonrasının dikkate değer fikir adamlarından biri olan Hoca Rasim siyasi meselelerdeki düşüncelerini açıkça ifade etmesiyle dikkat çekmiştir. Öte yandan İttihat ve terakkinin icraatlarını dini açıdan tahlil eden  pek az ilim adamından biri olarak tanınır. Yiğitliği ve cesaretiyle de dikkat çeken bu alim şahsiyet düşüncelerini savunmaktan İstiklal mahkemesi huzurunda bile kaçınmamış  bildiği hakikati he yerde olduğu gibi orada da açıkça savunmuş ve yazdıklarını tevil etmemiştir. 1925 yılında 31 mart vakası ile ilgili tartışmalarda 31 martın bir irtica ayaklanması olmadığını aksine halkın İttihatçıların politika ve yolsuzluklarına karşı bir protestosu olduğunu gazetede yazınca devrin despot idarecilerinin şimşeklerini çekmiş 2. meşrutiyette yargılanıp 4 yıl hapis yattığı aynı davadan dolayı tekrar yargılanarak bir 8 yıla daha mahkum edilmiştir. Bu mazlum aydın alim şahsiyet  9 kasım 1933’te tahliye olmuş 1939 da vefat etmiştir.    

Bastırdığı bazı dini siyasi ve uyandırıcı eserlerin yanında bastırmaya muvaffak olamadığı bir Kuran-ı kerim tercümesi , Arapça sözlük El- Müncid tercümesi  gibi eserleri bulunan bu cesur yiğit ve aynı zamanda alim ve mücahidi saygıyla selamlıyor  yeni nesillerin özellikle de tarihle uğraşan kardeşlerimizin bu zatın yazdığı makale ve eserleri günümüze taşımaları temennisiyle  Ahmet Rasim Avni  hocaya Allah’tan rahmet diliyorum.