27 Mart 2016 Pazar

toplumsal bir hastalık olarak “TAKLİTÇİLİK
Alimlerimiz bir müslümanın bilgiyi elde edebileceği 3 kaynaktan bahsetmişlerdir. Bunlardan biri akıl, diğeri 5 duyu, diğeri de vahiydir. Bir müslümanın hayatı için ölçü alacağı bu kaynakların içinde “taklit” bulunmamakta hatta olumsuz anlamdaki taklit şiddetle yerilmektedir.
Taklit bir insanın bir başkasının yaptığı herhangi bir işi o davranışın doğru olup olmadığını düşünmeden aynısı tekrarlaması demektir. Taklitte zihinsel düşünsel akli bir işlem söz konusu değildir. Tamamen görmeye ve gördüğünü aynen yapmaya dayalı bir durumdur taklitçilik. Atalarımızdan anane ve geleneklerimizden ya da yabancı kültürlerden bize intikal eden söz ve davranışları aynen yaşayıp muhafaza etmekte toplumsal taklitçiliğin bir tezahürüdür.
Kur’an şöyle der:
“Ve onlara Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, dediler ki: Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarırız. Ataları bir şeye akıl erdirememiş, doğru bir yola gitmemiş oldukları halde de mi? -onlara uyacaklar-
İlâhî rehberliğe uymayı reddedenlerin vaziyeti bir davar sürüsüne benzetilebilir ki, orada sürücü çağrıda bulunur. Fakat sürü, bağrışma ve feryat sesinden başka bir şey duymaz. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Onun için hiçbir şey anlamazlar.”
( Bakara,170)
Geleneksel ya da modern taklitçilik, din ilminin öğretilmediği, dini cehaletin kol gezdiği her toplumun en belirgin özelliğidir. Doğru bilgi ve bu bilgiden kaynaklanan davranış; düşünme ve düşünceyi besleyecek kültürel birikimden yoksunluk taklitçiliğe kapı açan en önemli sebeplerdir.
Taklitçi toplumlarda taklitçi davranışları sorgulamak için sorduğunuz “neden?”veya “niçin?” suallerinin cevabı “bilmiyorum, herkes yaptığı için.” türden cevaplardır. Halbuki bir davranışı herkesin yapması o davranışı aynen sürdürmek için yeterli olamaz. Fakat taklitçi toplumun bireyleri akıllarını kullanmadan gördükleri şeyleri aynen uygulamayı topluma ayak uydurma ve toplumla birlikte yürüme sanırlar. Kuran da bu husus son derece önemsenerek defaatle uyarılar yapılmıştır:

Ve onlara, Allah Teâlâ'nın indirdiğine ve Peygambere (sünnetine) geliniz denildiği vakit "Babâlarımızın yapıyor olduklarını gördüğümüz şeyler bize yeter" derler. Ya babaları hiçbir şey bilmiyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyseler de mi? (Maide,104)
“Onlara; "Allah'ın indirdiğine uyun!" dense; "Hayır biz babalarımızın üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı?
İşte böyle senden önce hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın şımarık ileri gelenleri: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" dediler.
 "Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da yine babalarınızın yolunu mu tutacaksınız?" deyince. Dediler ki: "Doğrusu biz seninle gönderileni inkar ediyoruz." Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” (Zuhruf 21-25)

 Buna göre bir müslümanın hayatta ki en önemli ölçüsü Allah’ın kitabı ve O’nun elçisinin sünneti(yolu)dur. Bunun dışında onun için değişmeyecek hiçbir ölçü olamaz. Atalardan babalardan dedelerden bize kalan bir davranış, düşünce ya da yaşam biçimi yahut dışarıdan bize empoze edilmeye çalışılan bir hayat tarzı eğer Allah’ın katından indirdikleriyle uyumlu ise makbul ve geçerli olur. Allah’ın indirdiğine Kuran’a ve Onun Rasulu’nun yoluna zıt olan hiçbir gelenek ya da yeniliğin değeri yoktur olmamalıdır. Bir Müslüman Allah’ın ölçüsüne uymayan her hangi bir görüş, düşünüş, davranış ya da hayat tarzını asla benimsememeli ve kesinlikle sürdürmemelidir. Buna göre bugün özellikle atalarımızdan gelenek görenek olarak devraldığımız yahut batılılardan aktardığımız inanç, fikir ideoloji ve davranışlarımızı gözden geçirmek ve hakla batılın; doğruyla eğrinin; hurafeyle gerçeğin arasını mümkün olduğunca ayırt etmek bizlerin en önemli görevidir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder