toplumsal bir hastalık olarak “TAKLİTÇİLİK”
Alimlerimiz bir müslümanın bilgiyi elde edebileceği 3
kaynaktan bahsetmişlerdir. Bunlardan biri akıl, diğeri 5 duyu, diğeri de
vahiydir. Bir müslümanın hayatı için ölçü alacağı bu kaynakların içinde
“taklit” bulunmamakta hatta olumsuz anlamdaki taklit şiddetle yerilmektedir.
Taklit bir insanın bir başkasının yaptığı herhangi bir işi o
davranışın doğru olup olmadığını düşünmeden aynısı tekrarlaması demektir. Taklitte
zihinsel düşünsel akli bir işlem söz konusu değildir. Tamamen görmeye ve
gördüğünü aynen yapmaya dayalı bir durumdur taklitçilik. Atalarımızdan anane ve
geleneklerimizden ya da yabancı kültürlerden bize intikal eden söz ve
davranışları aynen yaşayıp muhafaza etmekte toplumsal taklitçiliğin bir
tezahürüdür.
Kur’an şöyle der:
“Ve
onlara Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman, dediler ki: Hayır biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarırız. Ataları bir şeye akıl
erdirememiş, doğru bir yola gitmemiş oldukları halde de mi? -onlara uyacaklar-
İlâhî rehberliğe uymayı
reddedenlerin vaziyeti bir davar sürüsüne benzetilebilir ki, orada sürücü
çağrıda bulunur. Fakat sürü, bağrışma ve feryat sesinden başka bir şey duymaz.
Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Onun için hiçbir şey anlamazlar.”
(
Bakara,170)
Geleneksel ya da modern taklitçilik, din ilminin
öğretilmediği, dini cehaletin kol gezdiği her toplumun en belirgin özelliğidir.
Doğru bilgi ve bu bilgiden kaynaklanan davranış; düşünme ve düşünceyi
besleyecek kültürel birikimden yoksunluk taklitçiliğe kapı açan en önemli
sebeplerdir.
Taklitçi toplumlarda taklitçi davranışları sorgulamak için
sorduğunuz “neden?”veya “niçin?” suallerinin cevabı “bilmiyorum, herkes yaptığı
için.” türden cevaplardır. Halbuki bir davranışı herkesin yapması o davranışı
aynen sürdürmek için yeterli olamaz. Fakat taklitçi toplumun bireyleri
akıllarını kullanmadan gördükleri şeyleri aynen uygulamayı topluma ayak uydurma
ve toplumla birlikte yürüme sanırlar. Kuran da bu husus son derece önemsenerek
defaatle uyarılar yapılmıştır:
“Ve onlara, Allah
Teâlâ'nın indirdiğine ve Peygambere (sünnetine) geliniz denildiği vakit
"Babâlarımızın yapıyor olduklarını gördüğümüz şeyler bize yeter"
derler. Ya babaları hiçbir şey bilmiyorlar ve doğru yola gitmiyorlar idiyseler
de mi? (Maide,104)
“Onlara;
"Allah'ın indirdiğine uyun!" dense; "Hayır biz babalarımızın
üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Şeytan babalarınızı alevli ateşin
azabına çağırmış olsa da mı?
İşte
böyle senden önce hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın şımarık
ileri gelenleri: "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların
izlerine uyarız" dediler.
"Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz
dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da yine babalarınızın yolunu mu
tutacaksınız?" deyince. Dediler ki: "Doğrusu biz seninle gönderileni
inkar ediyoruz." Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu
nasıl oldu?” (Zuhruf 21-25)
Buna göre bir müslümanın hayatta ki en önemli ölçüsü Allah’ın
kitabı ve O’nun elçisinin sünneti(yolu)dur. Bunun dışında onun için
değişmeyecek hiçbir ölçü olamaz. Atalardan babalardan dedelerden bize kalan bir
davranış, düşünce ya da yaşam biçimi yahut dışarıdan bize empoze edilmeye
çalışılan bir hayat tarzı eğer Allah’ın katından indirdikleriyle uyumlu ise
makbul ve geçerli olur. Allah’ın indirdiğine Kuran’a ve Onun Rasulu’nun
yoluna zıt olan hiçbir gelenek ya da yeniliğin değeri yoktur olmamalıdır.
Bir Müslüman Allah’ın ölçüsüne uymayan her hangi bir görüş, düşünüş, davranış ya
da hayat tarzını asla benimsememeli ve kesinlikle sürdürmemelidir. Buna göre bugün
özellikle atalarımızdan gelenek görenek olarak devraldığımız yahut batılılardan
aktardığımız inanç, fikir ideoloji ve davranışlarımızı gözden geçirmek ve hakla
batılın; doğruyla eğrinin; hurafeyle gerçeğin arasını mümkün olduğunca ayırt
etmek bizlerin en önemli görevidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder