İSLAM MEDENİYETİNDE İNSAN HAYATINA VERİLEN
DEĞER
İnsana insan olması
bakımından verilen değer medeniyetin en önemli belirtisidir. Bir başka ifadeyle
medeniyetin medeniyetteki ulaştığı seviyeyi en açık biçimde ortaya koyacak olan
şey İnsan canını korumaktaki
hassasiyetidir. Çünkü bir insanın en önemli varlığı canı/hayatıdır. Kuran “Kim
bir insanı diriltirse sanki bütün insanları diriltmiş gibi olur” buyurmaktadır.
İslam canı korumak, ondaki hayat nimetinin devamını sağlamak için birçok
tedbirler almıştır. Bunların en başında cana kıymanın yasak oluşu gelir.
Kuranı Kerimde “
Herkim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir.
Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azap
hazırlamıştır.”(Nisa,93) buyrularak cana verilecek zararın dünyada ki gibi
ahirette de en ağır cezayı hak ettiğine işaret edilmiştir. Yine Tevrattaki 10
emre nazir olan Kuran’ın 10 emrinde yüce Rabbimiz: “ Allah’ın hak bir sebep
olmaksızın kıyılmasını yasakladığı cana kıymayın.” Buyurmaktadır.
Kuranda kasten cana verilecek zararın
karşılığının ancak can ile olacağı açıkça bildirilmektedir. “ Biz onlara
Tevratta cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve
yaralamalarda kısası emrettik. Her kim bu hakkından vazgeçip bırakırsa bu affı
onun günahlarına kefarettir. Her kim de Allah’ın hükmüyle hüküm vermezse işte
onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide, 45) ; “ Ey iman edenler!
Öldürmelerde size kısas yapmanız emredilmiştir.” ; “Ey akıl sahipleri! Sizin
için kısasta hayat vardır. Umulur ki bu sayede adam öldürmeden çekinirsiniz.”
(Bakara, 178-179) buyrulmaktadır. Kurandaki bu ayetler gördüğünüz gibi cana
verilecek zararın cezasının en şiddetli bir biçimde olması gerektiğini
bildirir. Çünkü ancak bu sayede insanlar diğer insanların
canına kıymaktan vazgeçeceklerdir. Bunun yanında hata ile öldürmede ya da
maktulün ailesi kısas istemediğinde öldürenin tüm aile ve akrabalarına
yüklenecek, aile ve akrabaların olmaması durumunda ise devlet hazinesinden
karşılanacak diyet gibi bir ikinci şık daha seçenek olarak durmaktadır.
Dolayısıyla maktulun ailesinin kan davası gütmesi engellenmiş, acıları hiç
değilse dünya malıyla avutulmuş olur. Üçüncü seçenekse maktulun ailesinin
katili tamamen affetmesi durumudur. Bu da maktulün ailesine bırakılmıştır.
İslam medeniyeti
içinde yaşayan gayri Müslimleri öldürmek yasaktır. Çünkü onlara Müslümanlarla
beraber yaşamaları için hak tanınmış ve bu hakları dinen kabul edilmiştir.
Onların bu hakları gerek Kuran ve gerekse sünnetle sabittir. Hayat hakkı
bakımından Müslümanlardan farkları yoktur. Hıyanet etmeleri, düşmanla işbirliği
yapmaları gibi durumlarda ise hüküm onları mahkeme edip suçlarını ve hallerini
iyice ortaya çıkartması beklenen mercilere aittir.
İnsan hayatı
denilince savaş gibi neredeyse insanlıkla yaşıt olan durumdan bahsetmeden
geçemeyiz. Savaş yaşadığımız dünyanın
acı ama reel bir gerçeğidir. İslam hayalperest bir şekilde savaşı reddetmez.
Çünkü savaşı kaldırarak, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde
adaleti sağlamak, zulmü ve kötülüğü engellemenin mümkün olmadığı bilinmektedir.
Kuran şöyle der : “Eğer Allah insanlardan bazılarını bazılarıyla defetmeseydi
yeryüzü bozguna dönerdi. Fakat Allah alemlere iyilik etmektedir.”(Bakara, 251)
; “Eğer Allah insanları birbirleriyle defetmeseydi elbette manastırlar,
kiliseler, havralar ve içlerinde çokça Allah’ın anıldığı mescitler yıkılır
giderdi.” (Hac, 40)
Şereflice yaşamak,
köleleşmemek, özgür ve başı dik kalmak, gerektiği zaman savaşmakla mümkündür.
Rouso’nun dediği gibi “Özgürlük o kadar değerli bir metadır ki karşılığı
yalnızca kırmızı kandır.” “Ölümden korkmanın ecele bir faydası olmayacağı” sözü
de savaştan kaçmanın ölümü savamayacağını, hatta toptan yok edilmeye yol
açacağını söyler. O zaman yapılması gereken, savaşın hukuki ve ahlaki
amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili ayetlere
bakıldığında İslam’ın ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı
ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir. Bu konuda Müslüman İngiliz düşünür M.
MarmadükePickthall şunları söyler: “ Sanıyorum hepiniz Müslümanlığın ilk
zamanlarda kılıçla yayıldığı gibi bir takım söylentiler duymuşsunuzdur. Halbuki
Kuranı Kerim “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden
ayrılmıştır. Bundan sonra herkim tağutu reddeder ve Allah’a iman ederse
kopmayacak sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” Ve yine “Size
karşı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin,
çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”(2/190) buyurur.
Rasulullah ve ashabı
zamanında İslam’ın savaşları tamamen nefsi müdafaa olarak başladı ve insanlık
çerçevesinde yapıldı. Öyle ki o zamanlarda düşman haklarının da dikkate
alınması daha önce yeryüzünde asla bilinen bir şey değildi. İlk Müslümanların o
zaman bilinen dünyanın yarısını fethetmesini ve bu dünyanın yarısını
sarsılmadan bugünlere değin yaşayacak kadar müslümanlaştırmasını sağlayan şey
sadece onların savaşçı yiğitlikleri değildi. Bilakis asıl temel sebep onların
doğrulukları ve insanlıkları, bu anlamda diğer insanlara göre olan açık
üstünlükleriydi..”
İşte tam da rahmetli
Pickthall’ın dediği gibi Roma ve Sasani imparatorluklarından zulüm ve baskı
gören, krallar ve soylular tarafından bedenleri, kilise ve ruhbanlar tarafından
ise ruhları köleleştirilen halklar İslam’ın özgür ve özgün dünyasına
koşmuşlardı. İslam’ın gelişi onlara
sadece siyasi özgürlük getirmekle kalmadı aynı zamanda ruhlarını ve akıllarını
zincirleyip köleleştiren, tanrı adına
yetkili olduğunu ileri sürerek insanları ibadette kendilerinin aracılığına
mahkum eden ruhbanlar rahipler papalar vb. din adamları sınıfının karartıcı
gölgesini kaldırıyordu. Müslüman fatihler fethettikleri ülkelerdeki insanların
kalplerini kazandılar. Arap acem, Müslim gayri Müslim, siyah beyaz, hür köle,
kadın erkek bütün insanlar camide pazarda sarayda ve özellikle de hukuk
karşısında eşit olarak ve kardeşçe yaşadılar. Bu huzur ve mutluluğu içte ve
dışta yapılan birçok savaş dahi gölgeleyememiştir. Kuran’ın emirlerinden
uzaklaşan bazı kişilerin şu ve ya bu yer ve zamanda yaptıkları İslam’ a aykırı
davranışlarla İslam’ı mahkum etmekse doğru bir hüküm olmaktan uzaktır.
Müslümanlar fethettikleri yerlerde halkların üzerindeki ağır vergileri
kaldırmışlar, herkese insanca yaşama seviyesi getirmişler, güven ve huzur içinde
yüzyıllarca yaşamalarını sağlamışlardır.
İslam’ın ve
Müslümanların insan canına verdikleri değer ve önemi anlamak için haçlı
seferlerini yeniden okumamız ve olup bitenleri yeniden düşünmemiz
gerekmektedir. Mesela size haçlıların Kudus’ü işgal ederlerken ortaya
koydukları vahşet ve gaddarlıkla Müslümanların iki defa Kudus’ü birincisi Hz.
Ömer devrinde ikincisi de Selahaddin Yusuf bin Eyyub devrinde olmak üzere
fethettikleri halde hiçbir yağma ve katliam yaşanmamış olmasını hatırlamak
fazlasıyla yetecektir. İkinci fetihte Hristiyan haçlıların Kudüs’te yaptıkları
vahşetin üzerinden sadece 88 yıl geçmişti. Müslümanlar intikam alabilirdi.
Fakat takdiri ilahi Müslümanların insan canına verdiği değeri sevgi ve
merhameti dünyaya göstermek istiyordu. Canlar bağışlandı. Kiliseler korundu.
Yağma ve katliamdan iz görülmedi. Hatta Selahattin kilisede yere düşen bir haçı yerden
kaldırarak inananlarına verdi.
Netice İslam’ın
savaşmayı belli amaç ve gayeler uğrunda meşru gördüğüdür. Bu amaçlar
Müslümanların izzetinin, herkes için din özgürlüğünün, can ve mal güvenliğinin
temini, huzur ve sukunun yerleşmesidir. Bu uğurda Allah rızası için savaşmak
ise ibadetlerin en büyüğü, Allah yolunda savaşırken can vermekse şereflerin en
yücesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder