26 Mart 2016 Cumartesi

 İSLAM MEDENİYETİNDE İNSAN HAYATINA VERİLEN DEĞER
İnsana insan olması bakımından verilen değer medeniyetin en önemli belirtisidir. Bir başka ifadeyle medeniyetin medeniyetteki ulaştığı seviyeyi en açık biçimde ortaya koyacak olan şey İnsan canını  korumaktaki hassasiyetidir. Çünkü bir insanın en önemli varlığı canı/hayatıdır. Kuran “Kim bir insanı diriltirse sanki bütün insanları diriltmiş gibi olur” buyurmaktadır. İslam canı korumak, ondaki hayat nimetinin devamını sağlamak için birçok tedbirler almıştır. Bunların en başında cana kıymanın yasak oluşu gelir.
Kuranı Kerimde “ Herkim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlamıştır.”(Nisa,93) buyrularak cana verilecek zararın dünyada ki gibi ahirette de en ağır cezayı hak ettiğine işaret edilmiştir. Yine Tevrattaki 10 emre nazir olan Kuran’ın 10 emrinde yüce Rabbimiz: “ Allah’ın hak bir sebep olmaksızın kıyılmasını yasakladığı cana kıymayın.”  Buyurmaktadır.
 Kuranda kasten cana verilecek zararın karşılığının ancak can ile olacağı açıkça bildirilmektedir. “ Biz onlara Tevratta cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralamalarda kısası emrettik. Her kim bu hakkından vazgeçip bırakırsa bu affı onun günahlarına kefarettir. Her kim de Allah’ın hükmüyle hüküm vermezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide, 45) ; “ Ey iman edenler! Öldürmelerde size kısas yapmanız emredilmiştir.” ; “Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Umulur ki bu sayede adam öldürmeden çekinirsiniz.” (Bakara, 178-179) buyrulmaktadır. Kurandaki bu ayetler gördüğünüz gibi cana verilecek zararın cezasının en şiddetli bir biçimde olması gerektiğini bildirir. Çünkü ancak bu sayede insanlar diğer insanların canına kıymaktan vazgeçeceklerdir. Bunun yanında hata ile öldürmede ya da maktulün ailesi kısas istemediğinde öldürenin tüm aile ve akrabalarına yüklenecek, aile ve akrabaların olmaması durumunda ise devlet hazinesinden karşılanacak diyet gibi bir ikinci şık daha seçenek olarak durmaktadır. Dolayısıyla maktulun ailesinin kan davası gütmesi engellenmiş, acıları hiç değilse dünya malıyla avutulmuş olur. Üçüncü seçenekse maktulun ailesinin katili tamamen affetmesi durumudur. Bu da maktulün ailesine bırakılmıştır.
İslam medeniyeti içinde yaşayan gayri Müslimleri öldürmek yasaktır. Çünkü onlara Müslümanlarla beraber yaşamaları için hak tanınmış ve bu hakları dinen kabul edilmiştir. Onların bu hakları gerek Kuran ve gerekse sünnetle sabittir. Hayat hakkı bakımından Müslümanlardan farkları yoktur. Hıyanet etmeleri, düşmanla işbirliği yapmaları gibi durumlarda ise hüküm onları mahkeme edip suçlarını ve hallerini iyice ortaya çıkartması beklenen mercilere aittir.
İnsan hayatı denilince savaş gibi neredeyse insanlıkla yaşıt olan durumdan bahsetmeden geçemeyiz.  Savaş yaşadığımız dünyanın acı ama reel bir gerçeğidir. İslam hayalperest bir şekilde savaşı reddetmez. Çünkü savaşı kaldırarak, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adaleti sağlamak, zulmü ve kötülüğü engellemenin mümkün olmadığı bilinmektedir. Kuran şöyle der : “Eğer Allah insanlardan bazılarını bazılarıyla defetmeseydi yeryüzü bozguna dönerdi. Fakat Allah alemlere iyilik etmektedir.”(Bakara, 251) ; “Eğer Allah insanları birbirleriyle defetmeseydi elbette manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde çokça Allah’ın anıldığı mescitler yıkılır giderdi.” (Hac, 40) 

Şereflice yaşamak, köleleşmemek, özgür ve başı dik kalmak, gerektiği zaman savaşmakla mümkündür. Rouso’nun dediği gibi “Özgürlük o kadar değerli bir metadır ki karşılığı yalnızca kırmızı kandır.” “Ölümden korkmanın ecele bir faydası olmayacağı” sözü de savaştan kaçmanın ölümü savamayacağını, hatta toptan yok edilmeye yol açacağını söyler. O zaman yapılması gereken, savaşın hukuki ve ahlaki amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili ayetlere bakıldığında İslam’ın ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir.  Bu konuda Müslüman İngiliz düşünür M. MarmadükePickthall şunları söyler: “ Sanıyorum hepiniz Müslümanlığın ilk zamanlarda kılıçla yayıldığı gibi bir takım söylentiler duymuşsunuzdur. Halbuki Kuranı Kerim “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. Bundan sonra herkim tağutu reddeder ve Allah’a iman ederse kopmayacak sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” Ve yine “Size karşı savaş açanlara siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”(2/190) buyurur.
Rasulullah ve ashabı zamanında İslam’ın savaşları tamamen nefsi müdafaa olarak başladı ve insanlık çerçevesinde yapıldı. Öyle ki o zamanlarda düşman haklarının da dikkate alınması daha önce yeryüzünde asla bilinen bir şey değildi. İlk Müslümanların o zaman bilinen dünyanın yarısını fethetmesini ve bu dünyanın yarısını sarsılmadan bugünlere değin yaşayacak kadar müslümanlaştırmasını sağlayan şey sadece onların savaşçı yiğitlikleri değildi. Bilakis asıl temel sebep onların doğrulukları ve insanlıkları, bu anlamda diğer insanlara göre olan açık üstünlükleriydi..” 
İşte tam da rahmetli Pickthall’ın dediği gibi Roma ve Sasani imparatorluklarından zulüm ve baskı gören, krallar ve soylular tarafından bedenleri, kilise ve ruhbanlar tarafından ise ruhları köleleştirilen halklar İslam’ın özgür ve özgün dünyasına koşmuşlardı.  İslam’ın gelişi onlara sadece siyasi özgürlük getirmekle kalmadı aynı zamanda ruhlarını ve akıllarını zincirleyip köleleştiren,  tanrı adına yetkili olduğunu ileri sürerek insanları ibadette kendilerinin aracılığına mahkum eden ruhbanlar rahipler papalar vb. din adamları sınıfının karartıcı gölgesini kaldırıyordu. Müslüman fatihler fethettikleri ülkelerdeki insanların kalplerini kazandılar. Arap acem, Müslim gayri Müslim, siyah beyaz, hür köle, kadın erkek bütün insanlar camide pazarda sarayda ve özellikle de hukuk karşısında eşit olarak ve kardeşçe yaşadılar. Bu huzur ve mutluluğu içte ve dışta yapılan birçok savaş dahi gölgeleyememiştir. Kuran’ın emirlerinden uzaklaşan bazı kişilerin şu ve ya bu yer ve zamanda yaptıkları İslam’ a aykırı davranışlarla İslam’ı mahkum etmekse doğru bir hüküm olmaktan uzaktır. Müslümanlar fethettikleri yerlerde halkların üzerindeki ağır vergileri kaldırmışlar, herkese insanca yaşama seviyesi getirmişler, güven ve huzur içinde yüzyıllarca yaşamalarını sağlamışlardır. 
İslam’ın ve Müslümanların insan canına verdikleri değer ve önemi anlamak için haçlı seferlerini yeniden okumamız ve olup bitenleri yeniden düşünmemiz gerekmektedir. Mesela size haçlıların Kudus’ü işgal ederlerken ortaya koydukları vahşet ve gaddarlıkla Müslümanların iki defa Kudus’ü birincisi Hz. Ömer devrinde ikincisi de Selahaddin Yusuf bin Eyyub devrinde olmak üzere fethettikleri halde hiçbir yağma ve katliam yaşanmamış olmasını hatırlamak fazlasıyla yetecektir. İkinci fetihte Hristiyan haçlıların Kudüs’te yaptıkları vahşetin üzerinden sadece 88 yıl geçmişti. Müslümanlar intikam alabilirdi. Fakat takdiri ilahi Müslümanların insan canına verdiği değeri sevgi ve merhameti dünyaya göstermek istiyordu. Canlar bağışlandı. Kiliseler korundu. Yağma ve katliamdan iz görülmedi. Hatta Selahattin  kilisede yere düşen bir haçı yerden kaldırarak inananlarına verdi.      
Netice İslam’ın savaşmayı belli amaç ve gayeler uğrunda meşru gördüğüdür. Bu amaçlar Müslümanların izzetinin, herkes için din özgürlüğünün, can ve mal güvenliğinin temini, huzur ve sukunun yerleşmesidir. Bu uğurda Allah rızası için savaşmak ise ibadetlerin en büyüğü, Allah yolunda savaşırken can vermekse şereflerin en yücesidir. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder